1990’ların başları… Şu “Secret, Çekim Yasası” tarzı kitaplarla
ilk tanışıklığımdır, yirmi yıl kadar önce ve 20’li yaşlarımın başında iken… O
sıralar “Kişisel gelişim” adı verilen bu tür ile tanışık olanların sayısı
parmakla gösterilecek kadar azdı.
Nasıl keşfettim ve niye büyük bir azim ve hırsla bu konulara
daldım o sıralar? Çok gençtim, başarılı bir üniversite öğrencisiydim, hoş da
bir genç kızdım. Ancak ikili ilişkiler konusunda çok şanssızdım. Hiç erkek arkadaşım olmamıştı, kendimce çekici bulmadığım iki-üç delikanlı dışında
kimse benle ilgilenmemişti ve de en önemlisi, yakın arkadaş grubumdaki bir
gence duygusal hisler beslememe rağmen, aynı türden bir karşılık göremiyordum.
Bu yüzden de platonikti, açıkça belli edemiyordum hislerimi. Hoş, belli etsem,
söylesem ne olacaktı ki? Büyük ihtimal beni sadece “arkadaş” olarak gördüğünü
söyleyip, kibarca ret edecekti. Çünkü o
da hoşlansa, ufak ipuçları verirdi ki bundan eser yoktu. Açıkçası o yaşlarda
bir insan için durumum çok ümitsizdi…
Ama bu kitaplar, bu
öğretiler ne diyordu? “Pozitif düşün, gerçekten iste, olmayacak korkusundan
arın ve olsun!”. Ne şirin, ne sevimli değil mi? Hap gibi bir öğreti… Sanki
elinize sihirli değnek geçiyor böyle düşününce ve hop diye istediğiniz
oluveriyor. Ben de zaten duaların gücüne küçüklüğümden beri inan(dırıl)mışım,
bir de bu yeni felsefe ile tanışınca daha bir mutlu oldum. Gayet ön yargısız ve
saf halimle, genç, temiz dimağımla bu kitaplardan okuduğum öğretileri
uygulamaya başladım.
Sabır ettim, aylarca pozitif düşünüp, kendi yarattığım
mutluluk halinde gezindim, o pozitif enerjileri yolladım “Evren” e… Ama hiçbir
nesnel adım atmak yok. Karşındakine makul şekilde açılmak yok. Bu açılmanın
sonucunda, büyük ihtimal alacağın negatif cevaba psikolojini hazır etmek yok.
Çünkü sürekli “pozitif” düşünüyorsun ya! Birkaç ay sonra ne oldu dersiniz? Delikanlı
başka bir hatunla el ele çıkıp gelmesin mi! Oldu mu sana tam okkalısından bir
“Secret” kazığı!..
Zaten daha sonra gruptan bir arkadaşın “Senin ona hisler
beslediğini ne kadar saklamaya çalışsan da hepimiz anlamıştık. Onun da zaten
seninkilere karşılık gelen duyguları yoktu.” demesiyle tüm gerçeği öğrenmiştim. Yani
nesnel şekilde konuşup açılsam ve yanında da sürekli “Evren’e pozitif enerji
göndersem” de olmayacaktı bu iş. “Görünen köy kılavuz istemez” tabiriyle, gayet
anlaşılır bir durumu pozitife çevirmek adına, hiçbir yararı olmayan bir
uygulamaya saplanıp durmuştum ne yazık ki.
O ilk hayal kırıklığından sonra, makul ve mantıklı adımlarla
hayatı doğru yürütebileceğini anlaması gereken ben, artık evli barklı ve
çocuklu bir kadın haline gelsem de ta 30’larımın ortalarına kadar zaman zaman bu
tip algı çarpıtmalarına inandım ve uygulamaya çalıştım. Peki ne oldu? Ne
olacak, her şey olacağına vardı… Hatta en pozitif halde olduğum faaliyetler çok
negatif sonuçlandığı gibi, en negatif hislerle yaptığım şeyler çok pozitif
sonuçlara vardı. Değişken… Çünkü hayatın
sorunları bu tip “hap formüller” ile çözülemiyor maalesef, insanın dışında olan
tonla faktör var.
Nasıl ki genelde kaderci olan din sistemleri insan bir şeyi
başaramadığı zaman kadere yorar, “kısmet” e bağlar, insanı sadece kaderin
yönettiğini söylüyorsa, bu çekim yasası prensipleri de tam tersini iddia eder:
Güç sendedir, eğer yapamadıysan yeterince “istemedin” demektir (!)Yani insan
dışı faktörlerin ağırlığı çok az bu felsefeye göre. İki aşırı bakış açısı,
ikisi de yanlış…
Siz istediğiniz kadar pozitif enerji saçın, adımlarınızı da
buna göre atın, “eyleme” geçin ama size uygun olmayan, sizi istemeyen bir
kişiyi kendinize çekemezsiniz. Ancak onunla uygun diyaloga girerseniz, onun
etkileyici bulduğu tipi kendinize uydurabilirseniz ve ikna tekniklerini iyi
bilirseniz –bunlar da psikolojik tekniklerdir- başarma olasılığınız artar
sadece. O da başarabilirseniz tabii…
Pozitif enerji uygulanan eylemlerle parayı, kariyeri, maddi
imkanları da yüzde yüz çekemezsiniz. Dünya üzerindeki para ve kaynak
sınırlıdır. Bu tip felsefelerdeki en büyük yanlış, dünyadaki kaynakların
sınırsız olduğuna dair iddiasıdır. Her insanın beklentisinin farklı olduğundan
dem vururlar ve bu beklentileri raflara dizilmiş ürün gibi gösterirler. Aslında
çoğu insanın beklentisi o kadar da farklı değildir: Aşk, iş/kariyer, para ve
insan ilişkilerinde başarıdır. Bir kişiyi istersiniz –benim başta örneklediğim
gibi- ama o kişiyi muhtemelen birçok kişi de istemektedir. Bir mevkiye
talipsinizdir, muhtemelen o mevkiye talip onlarca, yüzlerce, binlerce kişi
vardır.
KPSS, SBS, ÖYS gibi sınavlara yüz binler, milyonlar
katılıyor. Hemen hepsinin hedefi en iyi okulları ve mevkileri kazanmak…
Muhtemelen çoğu da son yirmi yılda iyice popülerleşen Secret felsefesini
biliyorlar ve “yürekten” istiyorlar. Hemen hepsi etkin şekilde çalışıyor,
dershanelere gidiyorlar. “Başaracaksın” denerek psikolojik olarak
destekleniyorlar. Ama sonuçta kısıtlı sayıdaki iyi okula en zeki, etkin
çalışmış ve sınav heyecanını yenmiş olanlar giriyor. Geride ise girenlerden çok
daha fazla sayıda öğrenci, sadece küsüratlık puan farklarıyla kaybetmiş,
psikolojik olarak desteklenmiş ve pozitif düşünmüş halleriyle kala kalıyor.
Secret felsefesine göre çok korkunca başına geliyormuş, tüm
korkularından arınınca da artık hiçbir negatif şey sana zarar vermezmiş (!)
Peki bu mantığa dayanırsak, sadece ansiklopedilerde gördüğü balta girmemiş
Amazon ormanlarında yaşayan, bacak aralığı yirmi santimi bulan tarantulalardan korkan,
bunu takıntı yapmış bir kişi –anakrofobik- yaşadığı şehirde bu hayvanla karşılaşır
mı? Peki ya yerli yersiz ölüm korkusu ile yaşayanlar, bunu takıntı haline
getirenler… Patır patır ölüyorlar mı? Ya da tam tersi, hayat dolu, pozitif
karakterli, ölümü aklının ucundan dahi geçirmeyen insanlar, son derece sağlıklı
şekilde ya da hiçbir ölümcül kazaya uğramaksızın 90’larına, 100’lerine kadar
yaşıyorlar mı? Var mı bunun bir garantisi ya da istatistiği? Son derece sağlam
psikolojisi olan, korkusuz ve savaş tekniklerini de çok iyi bilen askerler,
vızır vızır kurşunların, ateşlerin yağdığı cephelerde hiç mi yara almadılar,
ölmediler? Çekim yasası eğer iddia edildiği gibi “evrensel “ bir yasa ise, tüm
bunların kesin cevapları olması gerekir. Ama ne yazık ki yok…
Eğer bir şeyden mantıklı bir sebeple korkuyorsanız, onda
tehlikeler görmüşseniz ya da tehlikeyi, yanlış giden bir şeyleri
hissediyorsanız, onun gerçekten korkulacak, çekinilecek bir yanı vardır ve önlem
almazsanız başınıza büyük olasılıkla da gelir. Bu, bir insanla olan ilişkiniz de
olabilir, kaza tehlikesi de, işyerindeki durumunuz da. Siz korktunuz diye
değil, tamamen anlamlı nedenlerle başınıza gelir bu şeyler.
Ya da bir insan veya bir durum hakkında iyi ipuçları
yakaladıysanız, o kişi ve durumla ilgili nesnel iyi şeyler gördü ve
yaşadıysanız, bununla alakalı iyi hislere sahip olur, pozitif düşünmeye
başlarsınız ve muhtemelen de durum sizin için pozitif bir hal alır, “hayırlı”
olur. Siz o durumu “olumladınız” ve pozitif düşündünüz diye değil, bizzat
durumun ya da kişinin kendisi pozitif olduğu için.
Peki her durum katı mantık ile mi izah edilir? Hayır… Mantık
beynin korteksi ile alakalı. Beynimizi kaplayan beyin zarı, yani üst beyin… Çevremizi
bilinç açıkken algıladığımız, iyi-kötü, güzel-çirkin, eğri-doğru, pis-temiz ne
varsa doğrudan gözleyebildiğimiz ve yorumladığımız kısım… Bu bize mantıksal
veriler sağlıyor, görüp duyduğumuz, koklayıp dokunduğumuz ve buna göre
dünyayı yorumladığımız girdileri.
Peki sezgiler yok mu? Elbette var… Ama bunlar Secret
felsefesinin “spritüel titreşim” tanımlı hisleri değil. Tamamen beynin
derinlikleriyle, “alt beyin” denen kısmı ile alakalı ve insana da oldukça doğru
veri sağlayan hisler. Çünkü alt beyin tüm beynin yüzde 72’lik geniş kısmını
kapsıyor, buzdağının görünmeyen kısmı ve insanoğlu var oluşundan beri
atalarının edindiği her bilgiyi depolayıp yeni nesillere aktarıyor. Hepimiz bu
“bilgi” ile doğuyoruz, sinirsel yollarla da bu bilgiye temas ettiğimiz anda
doğru şeyler seziyor, doğru adımlar atıyoruz. Yani hayatımıza bu yolla
“pozitif” olanı çekiyoruz.
Örneğin “ilk izlenim” denen şey: Birisi ile tanışırsınız,
müthiş görünür, harika konuşur, çok karizmatiktir ama yok… Eksik ve yanlış bir şeyler
vardır o kişide. Ya da bir durumla karşılaşırsınız ki çok mükemmel gibi görünse
de içinizi bir kurt kemirir adeta… İşte bunu alt beyninizle kavrar ve hissedersiniz.
O ilk anlardaki hissedişiniz de büyük olasılıkla doğru çıkar. Veya tam tersi,
çok berbat görünen birileri ya da bir şeylerin aslında çok iyi olduğunu
sezersiniz.
Ya da bir rüya görürsünüz ve gördüğünüz şey gerçekleşir…
Günlük telaşlarımız, kuruntu ya da sevinçlerimizle alakalı değil, çok daha
“derin”, alt beyinsel bir rüyadır bu ve haklarında tam nesnel verilere sahip
olmadığınız kişi ve durumlar hakkındaki gerçekleri, alt beyinin geniş
bilgisinden yararlanarak sezmiş olursunuz yine. Yani gerçekliği siz
yaratmazsınız, var olan gerçekliği bu şekilde “görmüş” olursunuz. Yaşamınızda “mucizeler” yaratmıyorsunuz,
sadece hayatta olan bitenin ve doğru seçeneklerin neler olduğunu daha net
görmüş olup, ona göre daha doğru adımlar atıyorsunuz. Pozitif olanı bu şekilde
çekiyorsunuz.
Son olarak… Evet, negatif düşünmemeliyiz. Yani içimizdeki
strese bağlı gerginlikleri, takıntılı menfi düşünceleri olabildiğince bir kenara
bırakmalıyız. Ama negatif şeyleri kendimize çekeceğimizden değil, stres
kaynaklı hastalıklar ve başarısızlıklarla karşılaşmamamız için. Bir insan
negatif düşünceyi abartırsa stres topuna döner, metabolizması bozulur ve
kalp-damar, kanser gibi hastalıklara kolayca yakalanır. İşte “Negatif düşündü
ve hastalıkları çekti” olayı da budur aslında…
Bir şey olacağı varsa oluyor zaten, bizim çabamız olayı
belki biraz daha hızlandırmak, hepsi bu. İnsanların zaaflarını, hırslarını ve
özlemlerini hedef alıp, büyük bir kitap/seminer/film sektörü yaratarak
insanları maddi manevi sömüren, algılarını çarpıtan zihniyetten uzak,
gerçeklikle bağını koparmamış yaşam diliyorum herkese...