7 Aralık 2013 Cumartesi

Nazik yazılım dili

Herhangi bir web sitesi, bir uygulama, bir program kullanırken menüdeki seçeneklerden “fiil” olanlarının hepsinin emir kipinde olduğunu fark etmişinizdir. Bu, dünyaya hakim ABD/Anglosakson kökenli yazılımların dilimize direkt çevirisiyle meydana gelmektedir. Adeta emir-komuta zinciri uygularcasına karşısındakine sürekli emir veren ve aynı zamanda da emir almaya istekli insanları sosyal nezaket kuralları gereği reel hayatta pek göremeyeceğimize göre, neden sanal dünyada bunun tersi olsun ki? Beynimiz bu tip bir hareket şekline “kodlu” değilken, etkileştiğimiz şey sadece bir makinedir diye neden onun içindeki programları da bu şekilde kodlayalım? Yapılması gereken tek şey emir kiplerinin yanına kısaca “-in, -ın” takıları getirmektir, hepsi bu…




Bu düşüncemi birkaç ay önce sevgili yazılımcı arkadaşım İsmail Hakkı Eren’le konuştuğumda, dikkate alıp kendi kişisel web sitesine ayrıntılı bir makale şeklinde yazdı. Kendisine teşekkürü borç bilirim…









23 Kasım 2013 Cumartesi

Kadınlı erkekli meselemiz

Bostancı – Caddebostan sahil hattının belediye plajları kalabalık olur. Özellikle tatil günleri birçok semtten akın etmiş insanlarca hınca hınç dolar. Plajlar hariç diğer noktaları ise nispeten daha tenhadır ve genellikle bu semtlerin sakinleri denize girer. Fazla kalabalık ortamlardan kaçındığım için, son iki yaz dönemi evime en yakın sahil noktası olan Suadiye Windsurf Klübü civarında haftada bir ya da iki sefer denize giriyorum. Bostancı, Suadiye taraflarından gelen, çoğu da elli yaş üzeri kadınlı erkekli grupların toplanma yeridir burası. Hemen hepsi yıllardır buraya gide gele birbirlerini tanımışlar, arkadaş çevreleri oluşturmuşlar.


İşte yine böyle bir yüzme günümde, kulak misafiri olduğum bir sohbeti aktarmak istiyorum sizlere. Sohbet, ellili yaşlarını süren bir kadın grubu arasında geçiyordu. Aralarında yaşına göre oldukça hoş, bakımlı, balıketli, kıvrımlı hatlara sahip bir “ablamız” oraya gelmiş tüm kadınların işiteceği şekilde heyecanlı heyecanlı:

-          Bakın şu adamı görüyor musunuz? Ammann sakın haa yakınınıza sokmayın!

Ben:

-          Ne oldu ki? Adam sapık falan mı yoksa?

-      Yok yok o kadar değil de… İçiyor bu… Geçende elinde içkisiyle yine gelmiş bana da diyor ki “Hanfendi, beraber içer miyiz? Bana eşlik eder misiniz?” Ben de olanca gücümle “Haaaayııırrr!” diye bağırdım. Terbiyesize bak! Beni ne zannediyor bu herif! O şırfıntılardan mı sanıyor herkesi? Bir ara sarışın bir kadın vardı, onunla böyle kahkahalar atarak içiyorlardı. Ay ne kadar bozdular burayı da… Şikayet edecem, sokturmayacam bunları!


İşte böyle… İstanbul’un Bostancı gibi bir semtinde ikamet eden, ülke ortalamasına göre hayat standardı ve özgür yaşam seviyesi çok yukarılarda bulunan, “mahalle baskısı” denen kavramdan oldukça uzak, bikini ve mayosu ile karşıt cinsten insanların da bulunduğu bir sahilde rahatlıkla denize girebilme lüksüne sahip bu orta yaşlı ve bakımlı kadının bu türden tepkisine hiç de şaşırmadım doğrusu. Maalesef ülkemiz bazı şeyleri hala aşamadı, ataerkil düzenin etkileri aynen devam ediyor ve kadınlar erkekleri her şekilde “öcü” yerine koyup, erkek karşısında rahat olan hemcinslerini de –bilinçsizce- ataerkil düzeninin ölçüsüyle değerlendirip “şırfıntı/yollu” ilan edebiliyor. Oysa ki kendisine birlikte içki içmeyi kibarca teklif eden beyefendiye –eğer istemiyorsa- yine aynı nezaketle teşekkür edip “hayır” cevabını verebilirdi. Gelişkin ve medeni ilişki tarzı bunu gerektirir. Sorsanız kendisini, ailesini, çevresini gayet “medeni” (!) olarak tanımlayabilecek bu hanımefendinin bu davranışının, esasında kent varoşları ve taşra illeriyle, kasabalarının muhafazakar tepkilerinden hiçbir farkı yoktur.

O yüzdendir ki, kendisini “muhafazakar” olarak nitelendiren başbakanın “Üniversite öğrencilerinin kızlı erkekli aynı evlerde kalmalarını desteklemiyoruz. Siz kızlarınızın erkeklerle aynı evde kalmasını ister miydiniz?” açıklamasına hiç şaşmamak gerekir. “İlerici, modern, laik” olarak tanımlanan kesimin zihniyeti bu seviyedeyse, yaşam tarzını dinsel/geleneksel kalıplara belirlemiş diğer zihniyetin bu açıklaması da gayet normaldir. Hepsi aynı kültürün değişik versiyonlarıdır sadece. Zihniyetin “öz”ü hala aynıdır…

Öyle ki, olay hem kız hem de erkeklerin evlilik öncesi “bir hataya” (!) düşmelerini engellemek değil. Sadece ve sadece kadını kısıtlamak… Cümlenin ikinci kısmı bunu açık seçik ortaya koyuyor “Siz olsanız, kızlarınızın erkeklerle aynı evde kalmalarına razı olur muydunuz?” Bu soruyu net olarak cevaplandırabilen kimse çıkamadı maalesef. Hiçbir “modern” anne-baba “On sekiz yaşın üzerinde, reşit olmuş kızımın erkeklerle olan ilişkisine karışma hakkım yoktur. O, özel hayatını kendi istediği doğrultuda yaşar.” diyemedi. Ya ne dedi çoğunluk? “Benim kızım kendini bilir, ona güveniyoruz. Biz ona sahip çıkarız, devletin karışmasına gerek yok”… Yani güvendikleri şey kızlarının kendilerini erkeklere karşı “koruması”… Asla ve kat’a erkeklerle evlilik öncesi cinsel ilişkiye yanaşmaması… Ama erkek evlat olunca işler değişir. Onun birtakım ihtiyaçları (!) vardır ve kızlı-erkekli evde olursa ihtiyacını giderecek (!) kızlarla birlikte olması normaldir. Tabii ki bu kızlar da aileleri tarafından başıboş bırakılmış (!) tiplerdir. Alın işte size modern, muhafazakar hiç fark etmeksizin uygulanan iki yüzlü bakış açılarımız, cinsel tabularımız…



“Tabuların kardeşliği” oldukça, toplum içinde kendisini diğerlerinden “daha ahlaklı ve muhafazakar” olarak tanımlayanlar daima kural koyucu olurlar ve “muasır medeniyet seviyesi” denen noktaya erişebilmemiz için en az bir asır daha geçmesi gerekir. En önemlisi de ikiyüzlü, kadın cinselliğini alabildiğine kısıtlayan bu kurallar oldukça asla bu topraklarda “gerçek aşk” denen şey yaşanmaz. 







12 Kasım 2013 Salı

Korkunç!

“Korkunç” nedir? İnsanı korkutan, ürküten, dehşet duygusu yaşatan sürüyle varlık ya da durum tarif edilebilir ama burada sadece bir boyutunu, “bilinmezlik karşısında tek başınalık” durumunu ele alacağım.


İnsan, var olduğu yüz binlerce yıldan beridir, bilemediği, kestiremediği, net olarak tarif edemediği her şey ona korku vermiştir. Korku filmleri incelenirse, ana temaların hep “ifrit, cin, şeytan, kötücül ruh, vampir, cadı, zombi” vs. gibi ögeler üzerine kurulduğu rahatça görülür. Bu türden filmlerin çok azında “görünür/nesnel” olan insan faktörü korkutucu öge olarak kullanılır ve zaten adına da korku değil “gerilim” (!) filmi denir. Korku filmlerinin geçtiği mekanlar ise fikstir, değişmez: İnsan topluluklarından uzak, yeşillikli, ağaçlıklı, sessiz sakin, ormanlık bir çevrede ve modern mimari tarzlardan oldukça uzak, doğal malzemelerle inşa edilmiş eski evler veya şato tarzı daha görkemli binalarda…

Ürkütücülük, sessiz sakin, doğal ortamda özellikle “yalnız” kalma ile ilişkilendirilir. Çünkü bu tip yerlerde “tekinsiz” (!) varlıklar vardır… Peki insanlarla dopdolu, oldukça sesli, gürültülü çevreler “tekin” midir Modern insanın yaşadığı şehirlere bakalım, özellikle bizim gibi gelişmekte olan toplumların büyük şehirlerine: Muazzam bir kalabalık, bu kalabalığın getirmiş olduğu başlıca sorun trafik… Gürültü… Binalar binalar, sürekli artan, artması için her türlü sistem desteğinin verildiği yüksek binalar… Doğal çevrenin zamanla yok olması ve binaların ve insanların arasında sadece park yerleriyle sınırlı kalması… Üstüne üstlük onu bile yok etmeye çalışan yönetim zihniyeti… İşler güçler… Her sabah yola dökülen yorgun bedenler, akşam karanlığında evlerine dönmeye çalışan yine aynı yorgunluktaki bedenler… Yılın on beş, bilemedin en fazla bir aylık “mutlu” (!) tatil süresi için üç yüz elli gün sömürülerek çalıştırılan insan ve onun git gide emilen ruhu… Stres… Gittikçe artan stres ve bu strese karşı sahte mutluluk reçeteleri: Harca, daha çok harca, tüket, son moda ne çıkıyorsa hiç durma, satın al, elde et ve mutlu ol! Yoksa “loser” olur çıkarsın… Kesmediyse, arada moral için kişisel gelişim kitapları satın al, seminerlere kayıt ol ve tabii yine bunlar için paralar harca (!) Hafif uyuşturuculara ve ilaçlara da meyledebilirsin, zararı yok (!) İnsanların ruhsal durumlarının sürekli alarmda olması, hep bir tetik hali… Güvensizlik, dokunsan patlayacakmış gibi duran gerilmiş bedenler ve gittikçe sıklaşan kavgalar… Aşkın, ilişkilerin, arkadaşlıkların ya çıkar seviyesinde ya da güçsüz bir çocuğun kendinden daha güçlü gördüğü ebeveynine yapışırcasına bağımlı boyutta yaşanması… Gücü bulan azınlığın diğerlerini her şekilde sömürmesi ve devasa, monoton hayat çarkları ile onu kendine bağlaması… Yani "ne onunla oluyor, ne de onsuz" durumu… Adeta Araf yerinde gibisin, sonsuzlukta işkence çekmektesin, bundan daha korkunç ne olabilir ki?


Kalabalığa, gürültülü eğlencelere, paraya, teknolojiye ve betona bağımlı hale getirilmiş insanoğlunun, sessiz, doğal, huzur veren ormanlık yerlerde, eski tip doğal bir mekanda kendi kendisiyle baş başa kaldığında ürkmesi ve çevrede bir takım tekinsiz varlıklar olacağını düşünmesi tamamen kendi korkunçluğundandır… Ruhunun derinlikleri o kadar korkunçtur ki, böyle bir yerde kendisi ile baş başa kaldığında o ruh, tekinsiz varlık olarak kendine gözükecek, o sessizlikte dile gelecek ve bu huzuru bozacaktır sonunda… Kalabalıklar ve gürültü bir örtüdür aslında…























4 Kasım 2013 Pazartesi

Baba olmaya hazır mısınız?

Yaklaşık bir buçuk yıl kadar önce, başbakanın bir konuşmasında dile getirdiği “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözü ile yurt çapında kürtaj tartışmaları başlamış oldu. Her kafadan bir ses çıktı, bilgisi olsun ya da olmasın herkes bir şeyler söyledi ama en kötüsü de, fikir beyan edenlerin çoğunluğunun empati kuramayan kadın ve erkekler olmasıydı.

Geçtiğimiz kurban bayramının hemen ardından, kürtaj meselesiyle direkt değil ama dolaylı ilişki kurulabilecek bir olay yaşandı: Genç bir öğretmen, evlilik dışı dünyaya getirdiği iki aylık bebeğini evde bir başına bırakarak memleketine ailesini görmeye gitti. Bir hafta sonra geldiğinde tabiidir ki bebek ölmüştü. Kadın, akıl sağlığı ve şuuru yerinde olmayan insanlara özgü bir takım açıklamalar yaptı: “Giderken iyice beslemiş ve üşümemesi için üzerini örtmüştüm. Nasıl ölmüş anlayamadım.” (!)

Toplumumuz her zaman olduğu gibi bu olayda da gayet sığ şekilde kadına linç düzenledi, bir “Vurun kahpeye!” vakası daha yaşandı. Üstelik bu bebeğin mesleği “polislik” olan bir de babası vardı ve ne kimse onu konuşturmaya çalıştı ne de ondan bir ses çıktı…

Her şeyden önce bu haber, bilgi kirliliğiyle dolu dünyada kelimesi kelimesine doğru muydu? Doğru olduğunu varsayarsak, kadına cani suçlaması getirilmeden önce, “lohusalık psikozu” denen rahatsızlığı yaşamış olması neden ilk akla gelen ihtimal değildi? Lohusalık psikozu ihtimalini de atarsak, bu kadın acaba evlilik dışı doğurduğu için varlığını kimseye duyur(a)madığı bebeğini, babanın isteği doğrultusunda öldürmüş olamaz mıydı? Eğer yaşasaydı, tedbirsiz ilişkiyle yapılmış ve kürtajla da alınmamış evlilik dışı bebeği, öncelikle babası ve ardından bu toplum rahatça kabullenebilir miydi? Onu sorgulayalım…

Bir erkek, ister dindar ve geleneksel bir çevrede, ister modern tarzda yaşasın, nikah akdiyle bağlı olmadığı sevgilisi, metresi ya da tek seferlik ilişkisi günün birinde çıkıp kendisine baba olacağını “müjdelese” (!) gerçekten böyle bir müjdeye çok mu sevinir, yoksa “Şimdi de nereden çıktı bu?” diye mi düşünür?

Genelde ikinci tepki verilir değil mi? Buna itiraz eden kesim ise asla korunmasız ilişki yaşamadığını iddia eder. Ancak toplumun önemli bir yüzdesinde erkek kendi korunmasına dikkat etmez ve kadından bunu bekler. Hoş… Kadın doğum kontrolu uygulasa bile çeşitli zührevi hastalıklar, Hepatit ve AIDS tehlikesi var. Hem erkeğin hem de kadının sağlığı için erkek korunması şarttır. Önemli ancak konu dışı bir mesele… Ayrıca hiçbir doğum kontrol uygulaması yüzde yüz kesinlikte korunma sağlamaz ve arada “kaza” sonucu hamilelikler meydana gelebilir. Peki bu durumda baba olmaya hazır mıdır erkekler?

Bir kısım erkek “evlenirim” diyebilir ama onlar toplum geneline bakıldığında hala istisna kalmakta. Zaten partner hamile kaldı diye birden bire evliliğe karar vermek ne derece sağlıklıdır, tartışılır… Ülkemizde evlilik dışı cinsel ilişkiye giren erkeklerin önemli bir oranı, partnerinin bakire olmaması nedeniyle onunla bir yuva kurmayı düşünmez. Bekaret erkek tarafından bozulduysa bir ihtimal… Evliliğe yönelik “ciddi” ilişkilerin önemli bir oranında evlilik öncesi seks tabudur hala. Kadın-erkek arasındaki ilişkinin temeli, özü sayılan cinsel uyum geri plana atılır. Tersine, kadının “kullanılmamış” (!) olması tercih edilir. Toplum genelinde hala “ambalajlanmış bir meta” gözü ile bakılan kadının evlenmeden önce doğuracağı bebek de haliyle istenen çocuk değildir. Çaresiz kalan anne adayı bebeği aldırdığında “fetüs katili” (!) olur ama bu ikiyüzlü ahlaksal bakış açılarının yaratıcısı erkeklere kimse dokunmaz, sorgulamaz…

Dindar ve muhafazakar erkekler de kendilerini kapsam dışı nitelendirir ve asla zina yapmayacaklarını, her şeyi nikah dairesi çerçevesinde yaşayıp, doğacak bebekleri de bağırlarına basacaklarını belirtirler. Ancak beslenme, uyku ve barınmadan hemen sonra gelen en güçlü dürtüden bahsediyoruz. Adına “yaşam enerjisi” denen libidodan… Libido ne kadar dizginlenip, belli kalıplar içine alınsa da, hayat boyu bunun başarıyla uygulanabilme ihtimali yüzde yüz olamaz… Çocuğa “kıymamak” için annesiyle nikah kıyabilirler belki ancak kendi geleneksel meşrebine asla uymayan bir kadınsa, –ki genelde böyledir- bu tip bir “durumu kurtarış” şekli de fazla yaygın olmaz.

Geleneksel toplum kalıplarının dışındaki “istisna” erkekleri de ele alalım… Kadınlara bacak arası namusu gözüyle bakmayan ama ilişkisinde evliliği de, baba olmayı da henüz düşünmeyen bu tip erkeklerin karşısına son derece kurnaz, maddi manevi bir takım kazançlar –ya da zoraki bir bağlanma- için çıkan kadınlar, bile isteye çocuk yapıp, bu bebeği silah olarak kullanabilirler. Bu tip durumlarda, çocuk zoruyla bir “ciddi” ilişki ya da evlilik yapabilirler mi ve ne derece sağlıklı olur? Kısacası, baba olmaya ne kadar hazırdırlar?

Bir de hemcinslerini erkeklerden daha acımasızca “fetüs katili” diye damgalayan kadınlar var… Pek çoğu erkek egemen namusçu zihniyete sahip çıkıp, “Ben evlenmeden asla ilişkiye girmem, dolayısı ile gayrı meşru bebeğimin olması imkansızdır.” diyen türden. Diğerleri ise “Daima korunarak ilişkiye girerim, o riski asla göze almam” diyenlerden. Yani yine büyük konuşan ve büyük yargılayan zihniyet… Oysa ki bu tip özel hayat meselelerinde “Asla asla deme” kuralı işler… Ne kadar sadık kalsalar da, günün birinde yine kendileri tarafından ya da karşılarındaki insan tarafından bu kuralların delinmeyeceğine dair bir garantisi yoktur hayatın… O yüzden bu şekilde yine “kazara” hamile kalan bir kadın annelik hormonlarının da verdiği etkiyle çocuğa kıymamayı isterken, karşı taraf babalığa hazır mıdır? Bir adamı “zoraki” baba yapmak ne derece haklı bir davranıştır?


İşte tüm bu sebeplerden ötürü kürtaj haktır… Ana ve baba tarafından istenerek dünyaya gelen çocuklar bile hayatta büyük zorluklarla karşılaşıyorken, bilinçaltında “istenmeyen şahıs” sendromu ile doğacak olan ve büyük ihtimal yetişkinliğinde kin ve nefret barındıracak bebeklere hayatın kapılarını açmak, hem kendilerine hem de diğer insanlara yapılacak en büyük kötülüklerden olacaktır.







27 Ekim 2013 Pazar

Mahkumiyetlerin en beteri ya da seçimlerin en mükemmeli "yalnızlık"

Yalnızlığın mahrumiyet ya da lüks oluşu, kişinin yalnızlık algısına ve sosyal çevresine göre değişir.

Kişi "ilgi arsızı" denilen cinstense, günün yirmi dört saati çevresindekiler tarafından aranıp sorulmak ve sürekli yanında olunmak dahi ona yetmez. Onu tatmin eden şey “birliktelik” değil, egosunun sürekli birileri tarafından okşanıp, parlatılmasıdır.

Tam tersine asosyal tipte ise, en yakın hissettiği kişiler tarafından bile biraz sıkça aranmak, bir takım sosyal faaliyetlere katılma çağrıları almak, eziyet gibi gelir. İlişmez… Asosyaller "seçilmiş" bir yalnızlığa sahiptirler genelde.

Bu iki uç algı çeşidini bir yana bırakırsak, insanın sosyal çevresi genişledikçe yalnızlık mahrumiyetten öte lüks halini alabilir. İş için sürekli aranıp sorulan, arkadaşlarının onu sevdikleri ya da çeşitli şekillerde ihtiyaç duydukları için yalnız bırakmadıkları, eşinin/sevgilisinin ilgide yoğun olduğu insanların bunalmaları kuvvetle muhtemeldir. Zaman zaman ve hatta sıklıkla telefon kapatıp bir yerlere kaçmak isteyebilirler ve bu hareketleri çoğunlukla çevresi tarafından anlaşılamaz.

Ancak her insan için yalnızlık lüks değildir. Yalnızlığı seçmeyen ama yalnızlığa bir şekilde mahkum insanlar da vardır: Çeşitli sebeplerle arkadaş edinemeyen, varsa da aranıp sorulmayan, ilgilenilmeyen, sevgilisi/eşi ol(a)mayan, olsa da pek aranmayan, buluşulmayan, ev-iş arası rutin içine sıkışmış, iş ile ilgili problemlerde ya da sadece çevresindekilerin başı sıkıştığında aranan, ileri derecede yaşlanıp hayattaki tüm yakınlarını kaybetmiş insanlar da mevcuttur. Bu tip yalnızlıklar mahrumiyettir.

Bu kişilerin ilk etapta boş, sıkıcı, anlatacak bir şeyleri olmadığı için ya da çirkin oldukları için yalnızlığa mahkum oldukları düşünülebilir. Aslında pek öyle değildir…  "Frekansları" çevredekilerle uymuyordur ekseriyetle... İnsanlar muhtemelen bu kişiye çok güveniyorlar ve başları sıkıştıkça da ilk aradıkları, dert anlattıkları, çözüm bekledikleri kişi o oluyordur ama ilişkiler sadece bu sınırda yürütülüyordur. İleriye geçilmez… “İşi düşüldükçe aranan iyi ve güvenilir insan” olmaya mahkum kalırlar ve bu durumları da aileden, yakın çevreden kişiler tarafından fark edilir. Ona kendini “sömürtmemesi” için ikazlarda bulunulur ancak kişi genelde bu ikazları başta ciddiye almaz. Sonradan bıkma sürecine girer ve gittikçe içe kapanıp, asosyalleşir. Yalnızlık bunalımına en çabuk düşecek insanlar da bu tipler olmaktadır.

Çıkarcı, dedikoducu, kıskanç, mutsuzluktan mutluluk çıkaran tiplerin de bir şekilde yalnızlığa mahkum edilecekleri düşünülebilir ancak "kötü" diye tanımlayabileceğimiz bu kişiler, genelde sosyal çevrenin hasını elde etmişlerdir. Nedense o "kötü" frekans diğerleri kişileri sinek gibi çeker. “Kötü adam/kadın karizması” bu olsa gerek (!)

Peki, insanoğlu yalnızlık kavramını neden bu kadar çok önemser ve genelde mümkün olduğunca yalnız kalmamaya çalışır? Cevap, insanlığın sosyal evriminde yatıyor…

İlkel zamanlarda, insanlar vahşi hayvanlar tarafından avlanmamak, hayatta kalma olasılığını artırmak için toplaşmaya başlamışlar. Hep verilen bilgidir "Klanlar halinde mağaralarda yaşarlar, güçlü cins olan erkekler birlikte avlanır, kadınlar da bitki toplar" Yani birlikte yaşamak ve işbölümü “hayat kurtarır”, yalnız kalmak bir bakıma ölümle eşdeğerdir. İnsan beyni bu yönde kodlanmış ve evrilerek günümüze kadar gelmiş.

İlkel insanın hayatta kalma dürtüsüyle oluşturduğu yalnızlıktan kaçınma hali, modern zamanlarda git gide ego problemi halini almış. Yani başkaları tarafından fazla ilgi gösterilmeyip, bir başına bırakılan insanlar “değersiz ve ezik” olarak algılanmakta ne yazık ki…

Bu tipten algılayışların da dünya üzerindeki kültürel farklılıklara göre değişkenlikleri mevcut. Türkiye ve benzeri kültürdeki doğu ülkelerinde insanlar, fazlasıyla birlikte hareket eden, bireysellikten uzak ve maalesef birbirlerinin ne dediğini, ne yaptığını, özel hayatını çokça ciddiye alıp ona göre kendi hayatlarına ya da başkalarının hayatlarına yön vermeye çalışan toplulukları oluşturuyorlar. Sonuçta da yalnız kalamama, mutlu olmak için başkalarına muhtaç olma hali Batı insanına göre daha baskın olmakta.

İnsan sosyal bir varlıktır ve diğer insanlarla iletişim halindeyken mutlu olur. Birlikte mutluluk hali de ancak çevresindekilerle anlamlı bir “paylaşım” halindeyken meydana gelebilir. Kendi kendisiyle baş başa kalmaktan fena halde korkan insan, aşk, arkadaşlık, akrabalık, komşuluk gibi ilişkilerde sadece ego tatmininde bulunur ve ego tatmini de mutluluk getirmez, doyurucu olmaz, bunalıma giden yola bir taş daha eklemiş olur.



Gelişkin ve huzurlu bir toplum, yalnız kalmasını da becerebilen bireylerin ilişkileriyle inşa edilir diye düşünüyorum…







21 Ekim 2013 Pazartesi

Kurban bayramı ve "kadın eti"

Hemen her yıl kurban bayramı, “sağırlar diyalogu” nu (!) pek seven ahalimiz tarafından tartışmalarla karşılanıyor. 2013 yılı kurban bayramı da “Kurban kesmek dinin gereği midir, hayvanlara yazık olmuyor mu, kurban kesmeye karşı çıkanlar normalde et yemiyorlar mı?” minvalinde sorular, asla dinlenmeyen yanıtlar, hiç sorgulanmayan sığ, klişe fikirler ve atışmalarla geçti gitti böylece…

Kuşkusuz, bu tip tartışmaların en hararetli geçtiği zeminler ise Facebook ve Twitter gibi sosyal ağlar olmakta son birkaç yıldır. Atışmalar, laf sokuşturmalar ve maalesef düşüncesizce, vicdansızca, başkalarının yaşam tarzlarına saygısızca yapılan paylaşımlar sayfalar boyunca akıp gitmekte. İşte bunlardan biri:






İki tane karşıt fikir var gibi görünüyor ilk bakışta: Sol taraftaki fotoğraflarda “liberal, özgürlükçü” fikirlere karşın, sağ taraftaki yorumlarla “muhafazakar” bakış açıları sunulmuş güya. Ama neresinden bakarsanız bakın, iki fikrin de elle tutulur yanı yok. Aşırı kutuplaşma bir yana, mantık hataları ve karşısındakini anlamamak, saygı duymamak üzerine kurulu her şey.

Üstteki fotoğrafta yaşlı bir teyzemiz var, elinde pankart taşıyor “Sevişirim evlenmem, hamile kalırım doğurmam” sloganlı. Belli ki sayın başbakanımızın aylar önce çıkarmış olduğu kürtaj polemiğine karşı tepki protestolarından birine katılmış. İlk bakışta bu yaşlı hanımefendinin böyle bir pankartı taşıması saçma gibi görünebilir. Çünkü yaşı icabı zaten doğuramaz. Cinsel hayatının olup olmadığı ise meçhul (!) Ancak cinsel hayata sahip ve doğurma yetisindeki hemcinslerinin kürtaj hakkına destek vermesi ise, empati sahibi olduğunu gösteriyor. Pankartta yazılı olanlar ise, özgürlükçü düşünce açısından gayet doğru gibi görünse de müthiş bir sorumsuzluk örneği de sergilemekte aynı zamanda. Yetişkin bir kadının, evlilik olsun ya da olmasın, istediği gibi bir cinsel hayata sahip olma hakkı vardır. Ancak pankartın “hamile kalırım doğurmam” kısmı, “cinsel hayatımda korunma sorumluluğunu almasam da olur, hamile kalırsam doğurmam nasılsa” düşüncesini çağrıştırmakta. Bunu yazan kişi bu fikirde değilse eğer, çok yanlış anlaşılır bir ifade kullanmış. Cinsel hayat evliliğe bağlı olmaksızın özgürce yaşanabilir ancak bile bile korunmasızca yapılan bebeklerin doğurulmayıp alınması etik dışıdır, sorumsuzcadır.

Bir de bu fotonun yanında yer alan “muhafazakar” yoruma bakalım: “Mesele ahlaksızlık olunca insan kesmeye evet!” Burada, korunmasız ilişkilerin sonucunda yapılan kürtajın etik dışılığına, sorumsuzluğuna değil, evlilik dışı yapılan cinsel ilişkiye özellikle dikkat çekilmiş ve “Böyle ilişkiler yaşayan kadınlar ahlaksızdır” fikrinin altı çizilmiş ne yazık ki… Dar bir bakış açısı ve bunun ötesinde, kendi değerlerinden farklı hayat tarzına sahip insanlara “ahlaksız” yaftasını yapıştıracak kadar saygısızca… Özel hayat, başkalarının hayatlarına tecavüz etmedikçe, yaşam alanlarını gasp etmedikçe her türlü yaşanır ve asla üçüncü kişiler tarafından bu şekilde yargılanamaz. Yargılandığı taktirde, karşı tarafa da aynı hak geçer ve böylelikle bitmek tükenmek bilmeyen kavgalar, atışmalar başlar. Ülkemizde yoğunlukla yaşanmaktadır ve maalesef sürekli kadın cinselliği üzerinden götürülmektedir.

Alttaki fotoğrafta ise hayvan hakları savunucularının “Kurban kesmek cinayettir” ve fotoğrafta bir yarısı çıkmış, diğer yarısı çıkmamış benzer pankartlarla kurban kesimini protesto görüntüleri yer almakta. Bu insanlar muhtemelen sadece dini vecibe icabı için kesilen değil, her türlü hayvan kesimine karşı çıkan kişiler. Muhtemelen hepsi vejetaryen, hayvanların her ne sebeple olursa olsun öldürülmelerini istemiyorlar ve bu doğrultuda düşüncelerini ifade ediyorlar. Gayet tutarlı bir yaklaşım… Ama öte yandan, bu tip hayvan kesimi protestolarının sadece kurban bayramlarında, dini vecibe icabı olanlarına karşı yapılmış olması da mümkün. Yeryüzünde her gün, her saat milyonlarca hayvan eti için ve hatta giyinme zevkine hizmet (!) için kürkleri yüzünden kesiliyorken, bu duyarlılığın sadece kurban bayramlarında gösterilmesi, hem kendi içinde tutarsız hem de maksadını aşmış bir davranış olmakta. Protesto sebebi, bayram günleri boyunca açıkta, bilgisiz ellerce hayvanlara eziyet vererek, ortalığın kan gölüne çevrilmesine karşı olmaksa doğru bir yaklaşım ama çoğu protestocu sırf “dini bayram” olduğu için, kendi inançlarında/inançsızlıklarında “hayvan kesimi ile bayram kutlanmaz” fikrine sahip oldukları için ve bu tip inançlarını karşıt inançta olanlara ısrarla dikte etmek için hareket etmekte. Bu tarzın da kendi dinsel/inançsal kurallarını başkalarına dikte ettirmek isteyen yaklaşımdan zerrece farkı yok esasında…

Fotoğrafın yanındaki muhafazakar yorum ise tam bir önyargı örneği göstermekte: “Mesele ibadet olunca, hayvan kesmeye hayır!” Protestocuların ibadet olsun ya da olmasın bütün hayvanların kesilmesine karşı çıkan bir grup olma ihtimalini tümden sıfırlamışlar, bu türden tüm protestocuları inançlarına karşı siper almış kişiler olarak “ötekileştirmek” eğilimindeler. Üst yorumla birlikte olayı yine kendi ahlak anlayışlarına bağlamaları da cabası…

Ülkede kimse kimsenin ne dediğini, ne yapmak istediğini, ne hissettiğini algılayamıyor ve anlamak istemiyor. Kendinden farklı herkese, her şeye gözler kör, kulaklar sağır… Et yemeye de gerek yok aslında, insanlar birbirlerini –özellikle de kadınları- afiyetle yiyorlar.

Ortası yok...

Az çok istatistik görmüşler bilirler, “çan eğrisi” diye bir dağılım türü vardır. Olasılıkların normal dağılım gösterdiği yerlerde kullanılır. Buradaki orta değer, eğrinin de tam ortasındadır. Uç değerlerin olasılık payı azdır.

Gözlemlediğim birçok olguda, çan eğrisi varlığını yitirmiş durumda. İnsanların yarısı bir uca doğru seyirtirken, diğer yarısı ise öteki tarafa meylediyor. Yani artık “normal dağılım” göstermiyor birçok olay.

Tabii ki insanlar ve onların davranışları, tercihleri, tarzları belli çerçevelere oturtulmamalı, illa ki çoğu insan “ortalama” denen davranış kalıplarında olmak zorunda değil ancak öyle bir durum ki bu, beraberinde kutuplaşmayı meydana getiriyor. O da bir süre sonra birbirini anlayamamayı ve düşmanlığı…

Sanki gökkuşağının tüm renkleri iptal olmuş ve sadece siyah – beyaz eksenindeyiz, “ara renkler” yok. En önemlisi, bize sunulan tercih yelpazesinde birçok şıktan ziyade, iki şık var: Ya biri, ya öteki…


Örneklere geçelim:


Mağazalarda tercihe sunulan kadın ayakkabıları, ya tabanlar yer hizasıyla bir olacak şekilde “babet” tarzı, ya da bir karış topuklu “stiletto” lar.

Kadın giyiminde örnekler ya açık, yırtmaçlı, dekolte ve dar kesim ya da tamamen kapalı.

Siyasi liderleri/partileri/düzeni fazla sorgulamadan ya aşırı seviyor ve tutuyoruz, ya da nefret ediyor ve yerin dibine geçiriyoruz.

Birbirimizi ya ölümüne seviyoruz, karşımızdakine ismiyle hitap etmeksizin hiç durmadan “aaşşkıımm” diyoruz; o sevgi bitince veya karşılığını göremezsek de nefret boyutunda tiksiniyoruz.

Ortalıkta büyük bir işsiz ordusu dolaşıyor. Diğerleri ise, başını kaşıyamayacak, hayatını yaşayamayacak kadar meşgul, “maaşlı köle” ler…

İlşkiler ya vıcık vıcık, aşırı kontrol etme/edilme üzerine ya da tamamen ilgisizlik üzerine kurulmuş.

Ya evde tv ve bilgisayar başına oturmuş asosyalleriz ya da acayip hareketli sosyal kelebekleriz.

Ya çok yiyip içip obezliğe doğru gidiyoruz; en hafifinden balıketliyiz ya da diyetin ve sporun şirazesini kaydırmış, sağlıksız bir sıfır bedene meylediyoruz.

Ya çok kaderciyiz ya da kendisinde anormal bir “Tanrısal güç” gören, kaderini tamamen kendisinin belirlediği iddiasındaki tiplerdeniz.

Ya birilerinin her türden sömürüsüne açığız ya da birilerini her yoldan sömürüyoruz.

Ya çok sevinçli, çok umutlu, yerinde duramaz manik bir ruh halinde geziniyoruz, azıcık ters giden bir durumda da aniden üzgün, bezgin, halsiz, depresif moda giriveriyoruz.


Ya siyahtayız ya beyazda, renkler tükenmiş. Ortası yok…







13 Ekim 2013 Pazar

Muhafazakar adam ve dekolte

Ekim ayı içinde, muhafazakar hükümetimizin yine muhafazakar bir bakanının, özel bir tv kanalındaki gece kuşağı yarışmalarından birinde sunuculuk yapan genç hanımın göğüs dekoltesini eleştirmesiyle, olaylar zincirleme tepki verdi ve o güne kadar başarılı olduğu söylenen kadın sunucunun işine “düşük performans” (!) yüzünden son verildiği açıklandı.

Muhafazakar görüşü ve dekolteyi bir kenara koyalım… Bir televizyon ya da sinema yapımında kullanılacak kıyafetler, en uzaktaki figürandan ve stüdyo seyircisinden en yakın plandaki aktörlere, sunuculara ve program konuklarına kadar, kişilerin kendi seçimleri dışındadır. Giysi tiplerini yapım ekibi önceden belirler ve kişi(ler)e bildirir. Kıyafet ya şirkettendir ya da bunu kişi kendisi sağlar. Ekibin onayından geçmemiş giysilerle çekim yapılmaz. Bu olayda, giysideki dekoltenin sorumlusu sunucu hanımefendi değil, kanal yönetimi ve yapım ekibidir. Tabii kanal yönetimi hükumete yakın olursa, günah keçisi de sunucu seçilir. Çünkü dünya her daim gücü ele geçirenlerin dünyası olagelmiştir, haklıların değil…

Diktatöryel ve dinsel yönetim şekline sahip olmayan, demokratik her ülkenin televizyonlarında sıkça rastlanan şov programı dekoltelerine rağmen, bakan beyin “Bu tip dekolte uygulaması dünyada yok” (!) tarzı beyanlarına karşı, tabiidir ki sosyal medya üzerinden de karşıt tepkiler doğdu. Bunların en dikkat çekeni de, bakan beyin evliyken sekreteriyle ilişki kurup, ilk eşinin üzerine kuma getirmesi üzerinden verilen “Sayın bakanın yaşam tarzı hiç de muhafazakar değil ama kendisine bakmayıp televizyon programındaki sunucunun dekoltesinden rencide oluyor” gibi tepkilerdi.

Laik bir ülkenin yasalarına göre, ikinci eş almak kanun dışıdır. Ancak bu durum kişinin özeline de girdiği için, karışma hakkına sahip değiliz diye düşünüyorum. Muhafazakar bakanın kendi özeline bakmayıp, başka bir kadının özeli sayılabilecek giysisini kendi muhafazakar değerlerince “uygunsuz” bulması, aslında toplumun çok geniş bir kesimine yayılmış kadın-erkek dengesizliği üzerinden açıklanabilir.

Yaşadığımız bu düzende erkekler istedikleri gibi yaşayabilirler, cinsel olarak özgürdürler, hesap verecekleri kimse yoktur, inançlılarsa da “Allah” a hesap verme durumundadırlar. Ancak kadınlar öyle değildir, erkeklerin “namusu” durlar… Belki inançsız bile olabilir, Allah’a hesap verme zorunluluğunda hissetmeyebilirler ama topluma karşı mutlaka hesap vermek zorundadırlar. Cinsel olarak özgür olamazlar, erkeklerle olan ilişkileri birtakım geleneksel/toplumsal kurallara tabiidir, bunun dışına çıkanlar herhangi bir şekilde cezalandırılırlar.

Bu olayda da sunucu genç hanım işten çıkartılarak cezalandırılmıştır. Engizisyon devri Avrupa’da biteli yüz yıllar olmuş ve böylelikle Batı toplumunda ilerleme sağlanmışken, bizde “cadılık suçu” hala çeşitli şekillerde devam ettirilmektedir. Erkek dünyasına tav olmuş ve boyun eğmiş kadınların çokluğunu da hesaba katarsak, bu dönem uzun bir süre daha devam edecek gibi gözükmekte…














Peri masallarının kesilen sahneleri, “Mutlu Son” dan sonra çekilenlerdir

Aşk, büyük ölçüde hormonlara bağlı bir duygudur. Ve beynimizin derinliklerinde karşıt cinsle ilgili olan şekillendirmelerimize… Kafamızda canlandırdığımız, hayalini kurduğumuz çerçeveye uyan kişiye rastladığımızda, aşk hormonları devreye girer ve neredeyse gecemiz, gündüzümüz “o” olur. Tüm cinsel tepkilerimiz ona karşı olur, başka seçeneklere kapalıyızdır artık… Ama her ilişki de aşk duygusu ile başlamıyor; hoşlanma, yakınlık duyma, çekim hissetme ve hatta görücü usulü ile başlayabilir ki eski zamanlarda ve günümüzde metropoller haricinde halen yaygın bir usuldür.

Ancak aşkın da sınırlı bir süresi vardır. Neredeyse deliliğe benzer bu hal sür git devam edemez, bünye kaldırmaz çünkü. Uzmanlar (!) aşka sürekli bir zaman biçme çalışması içindeler, bir bakıyorsunuz en fazla üç yıl deniyor, iki yıl deniyor veya daha fazla ya da az rakamlar telaffuz ediliyor. Üç yıl ya da üç ay olup olmaması önemli değil aslında, kesin olan bir şey var ki o da er ya da geç bu yoğun duygusal halin biteceğidir. Hatta sanal ve reel iletişimin eskiye oranla çok fazla olduğu ve bu sebeple seçeneklerin fazlalaştığı günümüzde, genelde bir yılı bulamaz bile, o yüzden "tanışma ay dönümü" (!) diye bir şey icat edilmiştir.

Genelde, her iki tarafın aşk heyecanı aynı anda bitmez. Bir tarafınki önce son bulur ve sıkıldığı için ayrılmak ister. Ancak insanlar birbirlerine fazla dürüst olamazlar, çünkü dürüstlük çoğu insanı üzer. Ama insanoğlu bir yandan da karşısındakinden dürüst olmasını bekler (!) “Artık sıkıldım, yürütmek istemiyorum” gibi “dosdoğru” cümlelerle değil de mazeretler ileri sürerek, "Biraz kendimle kalmak istiyorum, sen daha iyisine layıksın, sorun bende." gibi ambalajlarla olaya kılıf bulmaya çalışırlar. “Atma Recep din kardeşiyiz” (!) demek lazım aslında…

Aşk duyguları iki tarafı da eşit şekilde doyurursa, aşağı yukarı aynı süreler içinde biter ve makul biçimde karşılıklı konuşarak ayrılırlar. Sonuçta kimsede fazla bir üzgünlük hali görülmez, belleklerde “hoş bir anı” olarak kalır. Ama bu da az rastlanır durumlardandır.

Bu yoğun duygular bitip de yerini bağlılık, sevgi ve güvene bırakırsa eğer, uzun sürecek bir ilişki başlar. Ancak alışkanlık ve monotonluk bir süre sonra ister istemez açığa çıkar. Aşkın verdiği heyecan bitmiştir, delilik de bir yere kadardır çünkü... İnsanlar bir yandan bu yıllanmış ve güvenli ilişkilerini yıkmak istemezken, bir yanda da yeni heyecanlar ararlar. İnsanoğlunun çok eşli hayvansı yönü burada devreye girer. Sadece fantezilerle sınırlı tutulmazsa ve çevrede potansiyel adaylar da varsa, aldatmalar kaçınılmaz hale gelir. Toplumun cinsiyetlere olan ikiyüzlü tutumu da eklenince, kadınlar damgalanmamak için bu tip arayışlarını gizlemek zorunda kalırlar, erkekler ise olayı hissettirmeme durumunda oldukları eşleri/sevgilileri ve yakın çevreleri hariç, diğerlerine gösterme merakında olurlar.

İşte peri masalları da her şeyi tozpembe gösterip, aynı kişiyle yaşanan aşk ve heyecan dolu bir hayatın asla bitmeyeceğine insanları inandırırlar. Bütün ümitler bunun üzerine kurulur. Daha küçücük çocukken –özellikle kızlara- başkarakterleri prens ve prenses olan masallar okutturulur. Onların aşkları derindir, eninde sonunda evlenirler ancak evlilikten sonraki dönem masala dahil edilmez… Ergenlik çağı ve sonrasında ise, romantik komedi denen filmlere sarılır, orada anlatılan durumlar da masallardan pek farklı değildir; esas kız ve erkeğin başından birçok talihsiz olay geçer, badireler atlatırlar, tabii masallardaki gibi cadılar ve ejderhalarla değil de, çok daha gerçekçi sorunlarla uğraşırlar ama sonunda mutlaka kavuşur ve evlenirler. Bu kavuşmaya “Son-The End” denir ama olay aslında daha yeni başlamıştır…


Peki hiç mi bu duygular yaşanmasın, elbet yaşansın ama fazlasıyla uçup, kendini kaptırarak değil, gerçekçiliği de yitirmeden ve olgunlukla… Aşk insanın ayaklarını yerden keser ama bu yerçekiminin yok olduğu anlamına gelmez, eninde sonunda yere düşülecektir. Çok fazla havalanılmazsa düşüş yumuşak olur, iyice yükseklere çıkılmışsa eğer, yere çakılmak kaçınılmazdır…
















10 Ekim 2013 Perşembe

WC deki iblis...

Klasik korku filmi unsurlarından biridir, temassızlık nedeniyle durmadan yanıp sönen floresan lamba detayı. İşte ben de onlardan birine rast geliverdim :)



















5 Ekim 2013 Cumartesi

Ulusal bilinç ve "Andımız"

İlköğretim çağı çocuklarına her sabah düzenli ve toplu şekilde okutulan –ancak hükümet tarafından kaldırılmış bulunan- Andımız’ın tam metni aşağıdaki gibidir:


“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım
İlkem; küçüklerimi korumak büyüklerimi saymak yurdumu milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!”


Bu metnin okutulmasının, kendisine “Türkiye Cumhuriyeti” hükümeti (!) denen bir iktidar tarafından kaldırılması eleştirisini yapmayacağım. O ayrı konu… Metni çeşitli yönlerden analiz etmek istiyorum:

Çok uzun ya da çok kısa olmayan, akılda kalıcı bir metnin düzenli şekilde tekrar edilmesi halinde, insan beyni bu tekrarladığı cümleleri bilinçaltına işler ve davranışları da gittikçe buna göre şekillenir. Özellikle çocuk yaşta ise… Andımız’ın okutulmasındaki temel amaç budur.

Cümleler çok önemlidir, davranışlar buna göre şekillenecektir çünkü. “Milli” eğitimde, öğrenciye derslerin dışında, yararlı olacak davranışlar da öğretilir, “ağaç yaşken eğilir” çünkü…

Öncelikle bu metnin milli unsurlara vurgu yapmayan kısımlarını ele alalım, nedir onlar?

“Doğruyum, çalışkanım, ilkem küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, amacım/ülküm yükselmek, ileri gitmektir”

Bu kısımları tartışma dışı bırakmak istiyorum, çünkü edinmemiz gereken evrensel değerlerin önemli bir kısmını içermekte. Hepsini zaten veremezsiniz bir metin içinde, vermeniz halinde akılda kalıcı olmaz. Daha başka metotlarla, derslerle öğretim gerekmektedir bunun için.

Milli/ulusal kısımlar nelerdir ve bunlara gerek var mıdır? Ana konu bu esasında…

“Türk’üm”, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun”, “Ey büyük Atatürk, açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” cümleleri andın milli vurguyu belirten kısımları. İşte bunlara gerek var mı? Bence var…

Toplumda en çok tartışma çıkaran olgu, “Türklük” kavramının etnik bir kökeni mi, yoksa bir ulusu mu temsil ettiğidir. “Türk”, kök anlamı ile Türk ırkını çağrıştırır ilk anda, ancak artık ırkların ve bununla birlikte din ve mezhep temelli devlet oluşumlarının modern ve “insanca” bir yaşam için çoktan geride bırakıldığı dünyada, Türklük etnik bir kökeni değil, bir ulusu temsil eder; bin yıllara dayanan bir kader, ülkü ve kültür birliğini… Birbirinden bağımsız ama iç içe geçmiş, karışmış, aralarında birçok köprüler oluşturmuş halkların birliğini… Sadece Türklük de değil, dünyadaki çeşitli ülkelere adlarını vermiş tüm köken isimleri, artık o kökeni değil, o ülkelerin topluca tüm halkları demek olan ulusları temsil eder: İngiliz, Fransız, Alman, İspanyol, İtalyan milletleri gibi…

Hal böyle iken, yetişme çağındaki çocuklara her sabah tekrarlanan kısa bir metinle “Türküm” diyerek ulus adını aşılamak, “Ne mutlu Türk’üm diyene” ile ulusuna karşı memnuniyet duygusunu kazandırmak, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyerek kişinin kendi bireysel var oluşunun yanı sıra, bulunduğu toplumun bir parçası olduğunu da hatırlatmak, toplum ile birey çıkarları karşı karşıya geldiğinde toplum çıkarlarının önde olduğunu benimsetmek –yani sosyallik-, “Ey büyük Atatürk, açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim” diyerek de bu ülkenin kurucu önderinin “Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak, daha da ileri gitmek” hedefini beyinlere kazımak yanlış bir şey olamaz diye düşünüyorum.

Metnin okullardaki söyletilme şekline gelelim: Her sabah tüm sınıflardaki öğrenciler, okul bahçesinde ve sıralı bir “düzen” içerisinde, okul müdür –ya da yardımcısının- “Rahat – hazır ol!” komutlarından sonra bir ağızdan andı söylemektedirler. Bu tip söylenme şeklinin “militarizm” içerdiğine dair iddialar da çoktur. Ancak düzenli sıraya girmek, “rahat ve hazır ol!” komutları, sadece erlerin askeri hizmetleri sırasında yaptıkları şeyler değil, çocuklara bedensel bir disiplin verme amacını güden beden eğitimi derslerinin de alanına giren hareketlerdir. İnsanlar özellerinde olabildiğince hür olmalı, istedikleri gibi fiziki duruş sergilemelidirler, buna kimsenin karışmaya hakkı olamaz, karışırsa, o yönetim “demokrasi” olmaz. Ancak bir eğitim kurumunda ve normal bir zaman sınırında yapılan düzen alıştırmaları, çocukların disiplin algısına ve fizyolojik gelişimlerine katkı sağlar.

Ancak burada –bence- en önemli şey, bu düzen alıştırmalarının ve komutların ne türden hava şartları altında, nerede ve nasıl bir psikoloji ile verildiğidir. Eğer çocuklara uzatılarak ve olumsuz hava şartlarında yapılan bir törenle ant okutulmaya kalkılırsa, bu eziyet olur ve olay amacından çıkar. Disiplin = Eziyet asla olmamalıdır, bu insan haklarına aykırıdır. Ayrıca, okul yönetimi, öğretmenler ve öğrenciler arasında göze iyice sokulur bir hiyerarşik hava ile “rahat-hazır ol!” komutları verilip, ant okutulursa, bu sahiden militarist, sevgi ve sıcaklık içermeyen, üst-ast ilişkisiyle yapılan zorlama bir olay haline gelir ve çocuğun ruhunu derinden yaralar. Ulus bilincinin birçoklarınca ırkçılık ya da militarizm olarak çarpık algılanmasının temelinde, okulların yanlış tutumları yatmaktadır.

Günümüzün büyük –ve emperyalist- ulus devletlerinin hemen hepsinde, bununla bire bir olmasa da eğitim çağındaki çocuklara ulus bilinci çeşitli şekillerde aşılanır. Örneğin ABD’de federal yapı olmasına rağmen, Andımız’a denk düşen bir metne sahiptir ve sözleri de şudur:
" I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all.". Türkçesi, “ABD bayrağı ve o bayrağın simgelediği cumhuriyete bağlılığım adına ant içerim, herkes için özgürlük ve adaletle, Tanrı’nın gözetiminde bölünmez tek millet”.

Bu metinde, şahsi inanca özel bir durum olan “Tanrı” da katılmıştır üstelik… Yani herkesin Tanrı inancının olduğu/olması gerektiği de vurgulanmıştır. Gelişmiş emperyalist devletler bu şekillerde kendi bütünlüklerini sağlama alırken, sömürebilecekleri yapıdaki ülkelere –özellikle Ortadoğu, Afrika ülkeleri- “demokratik ilerleme” adı altında tam tersi önerileri kendi düşünce kuruluşları ve bunların o ülkelerdeki uzantıları olan güdümlü medya, sivil toplum kuruluşları ve maalesef dışa bağımlı hükümetler –ve muhalefet partileri- vasıtasıyla yayarlar. Amaç bölünmeyi hızlandırmaktır.

Ülkeyi oluşturan tüm bireylerin kendi kökenleri, dinleri, yaşam tarzları ve bunlara göre şekillenen hayatları vardır ve bu hayatlar demokrasi icabı özgürce yaşanmalıdır. Ulus bilinci, ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda, ne kadar farklı olurlarsa olsunlar halkların “bir ve bütün” olarak hareket etmesi için önemlidir ve çocuk yaştan itibaren uygun metotlarla aşılanarak oluşması mümkündür. Bunu, orkestranın bağımsız parçalarının uyumlu şekilde bir araya geldiklerinde ortaya büyük bir eser çıkarmasına ya da vücutta farklı görevleri olan organların, birbirleriyle bağlantılı çalışarak o vücudu yaşatmasına da benzetebiliriz.

Şahsi dileğim, insanlığın ulus birliğinin de ötesinde, tüm engelleri, sınırları kaldırarak yeni bir oluşum yaratmasıdır. Ancak bu konu, gücü elinde bulunduran odaklarca sömürüye çok açıktır ve emperyalizm halen devam etmekteyken çok zor gibi görünmektedir. İnsanoğlunun tüm dünyada sömürüyü bitirmesiyle “insanlık birliği” gerçekleşecektir…















Kadın düşkünlüğü konusunda "Kıtlık bilinci"

Bu yazıda, “kadın düşkünlüğü” –ya da madalyonun öteki yüzü olan erkek düşkünlüğü- olgusu bir yargı ve eleştiri olarak alınmamış, sadece tespitler yapılmıştır. Tamamen kişiye has, özel durumlar olan ilişkisel davranışların yargı ve aşağılama konusu olmasına karşıyım.

Gözlemlediğim bir olgu var; gerek insanların gözü önünde yaşayan ünlü/zengin tayfası olsun, gerek sokakta yürüyen sıradan adam olsun, bir erkek cinsel bakımdan yeterince çekici değilse, sanki daha çok kadın düşkünü gibi… Sanki daha çok kadına doyamıyor gibi, ya da bunun görüntüsünü etrafa yansıtmaya meyilli gibi…

Bir erkek fiziken çekici değilse, -boy, endam, vücut biçimi, yüz yapısı, ses tonu vs. açılarından – ve kültürü, bilgi birikimi, aklı da yeterince ileri düzeyde bulunmuyorsa, kadınlara olan ilgileri daha göze batar oluyor.

Bu tiplerin sade vatandaş olanları, sokaklarda ve sosyal ortamlarda herhangi bir kadınla daha çok göz göze gelmeye çalışıyor. Yanında bir kadının olup olmaması fark etmiyor. Göz göze gelmeye çalıştıkları kadının yanında bir erkek olup olmaması da fark etmiyor.

Ancak gerçekten ortalama üzeri çekici adamlarda bu tip göz temasları ve sağa sola bakınmalar hiç yok gibi… Hele yanında bir kadın varsa, ya da yakınındaki kadınların yanlarında erkek varsa kesinlikle tenezzül etmiyor. Son derece kontrollüler ve bu kontrol da öyle kendini kasarak yapılan jestler değil. Tamamen doğal, bunu okuyabiliyorsunuz…

Bir de ünlü/zengin kesim var tabii… Tipi gayet vasat ve altı olan, bir kısmı yaşlı, ünü ve parası olmasa kimselerin yan yana gelmek istemeyeceği türden adamlar, ya sürekli sevgili değiştiriyor, ya eşini sürekli aldatıyor ya da kimseyle sevgili olmayıp güzel, ismi cismi medya tarafından pek bilinmeyen hatunlarla –genelde Rus escort kadınlar- takılıyorlar. Sürekli birileriyle basılıyor, dedikoduları çıkıyor…

Ünlü/zengin elitlerin fiziği gerçekten çok hoş ve buna binaen kültürlü olanlarına baktığımızda, ya evliler ve eşlerini aldattıklarına dair hiçbir ipucu yok, ya da uzun süreli ilişkiler yaşıyorlar. Gece kulüplerinde yanlarında ajanslardan toplama bir ordu dolusu kızlarla gezmiyorlar, onla bunla basılma vakaları hiç yok gibi… Nasıl oluyor bu iş?

Akla gelen ilk ihtimal, bu çekici adamların kaçamaklarını gizli tuttukları ve karda yürürken izlerini belli etmedikleri. Diğerleri ise para ve ünleri olmadan kadınların gözünde bir böcekten farksız olduklarını aslında gayet iyi bildiklerinden “Bakın ben ne muhteşem erkeğim, ne güçlüyüm, şöyleyim böyleyim” etkisi vermek için yaramazlıklarını ele güne ve potansiyel sevgili tüm kadınlara sergilemeleri.

İkinci bir ihtimal daha var: Fizik ve kültür birikimi yönünden çekici olan adamlar, psikolojik olarak rahatlar. Olay esasen parada ya da kariyerde falan değil… Parasal sıkıntı da yaşasalar, kariyerleri sallantıya da girse –kimse tamamen şanslı değildir, maddi yönden her zaman için sıkıntı yaşanabilir- tınmıyorlar. Zaten kadınları kendilerine çekebilme yetenekleri paradan puldan bağımsız… O yüzden yaşamlarında kadın varken başkalarına atlamaya kalkışmıyorlar. Ya da uzun süre kendi istekleri doğrultusunda kadınsız kalabiliyorlar. Çünkü biliyorlar ki istedikleri her zaman kadına ulaşmaları mümkün. Bilinçaltlarına kazınmış bir “kıtlık takıntısı” yok. Huzurlular, dinginler, kafaları rahat...

Çekici olmayanlar grubundakiler ise tam tersi… Cüzdan yönünden orta halli olanları, sürekli kadın anteni açık şekilde geziniyor. Çünkü kadına fiziki ve akli çekicilikle ulaşması çok zor ve maddiyat yönünden de şanslı değil. Bu yüzden bulabildiği her fırsatı değerlendirmek istiyor. Tam bir kıtlık bilinci… Aynı tip adamın şan şöhret ve para pul sahibi olanları ise satın alabileceği kadar kadın satın alma telaşına girişiyor; ilişki biçimleri ister evlilik olsun, ister metreslik ve ya sevgililik. Hiç fark etmiyor… Aynı kıtlık bilincini o da yaşıyor beyninde. Musluk akarken doldurma telaşında… Biliyor ki musluk kesilirse, yani para akışı ve ün giderse, kadınlar da gidecek.

Son olarak, ilişkileri her iki cins, tüm sosyo-ekonomik sınıflar ve her türden fiziksel tip için ele alırsak, ülkemiz bazında kıtlık bilinci fazlasıyla yaygın. En büyük nedeni ise, kadın – erkek arasındaki tanışmalar, ilişkiye adım atmalar ve ilişkiyi götürmeler konusunda çok dar çerçevelere sıkışıp kalınması. Bu çerçeveleri ise geleneksel/dinsel kalıplar belirliyor. Özgür ve “özgün” davrananlar hala yüzde olarak az ve toplumca “marjinal” olarak yaftalanıyorlar. Bu sebeple erkek geneli sürekli kadın peşinde koşmaktan yorulurken, kadınlar da kendilerine dayatılan dar çerçeveden ilişkileri yorumladıkları için kaçma durumundalar. Hem toplumsal baskı altındalar hem de kendi kendilerine baskı uygulamaktalar. Erkeğe ihtiyaçsız bir cinsmiş gibi kendilerini programlayıp, tatminsizliklerini yeme içmeye, çok fazla dedikodu ve boş konuşmalar yapmaya, aşırı alış verişe, giyim kuşam, çanta ve ayakkabı düşkünlüğüne vuruyorlar, bir ilişkileri de varsa, erkeğe aşırı şekilde, sıkı sıkıya, eğer giderse sanki hayatları da gidecekmiş gibi bağlanıyorlar. Sonuç hüsran…














28 Eylül 2013 Cumartesi

Secret ya da Çekim Yasası... Emin misiniz?

1990’ların başları… Şu “Secret, Çekim Yasası” tarzı kitaplarla ilk tanışıklığımdır, yirmi yıl kadar önce ve 20’li yaşlarımın başında iken… O sıralar “Kişisel gelişim” adı verilen bu tür ile tanışık olanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı.

Nasıl keşfettim ve niye büyük bir azim ve hırsla bu konulara daldım o sıralar? Çok gençtim, başarılı bir üniversite öğrencisiydim, hoş da bir genç kızdım. Ancak ikili ilişkiler konusunda çok şanssızdım.  Hiç erkek arkadaşım olmamıştı,  kendimce çekici bulmadığım iki-üç delikanlı dışında kimse benle ilgilenmemişti ve de en önemlisi, yakın arkadaş grubumdaki bir gence duygusal hisler beslememe rağmen, aynı türden bir karşılık göremiyordum. Bu yüzden de platonikti, açıkça belli edemiyordum hislerimi. Hoş, belli etsem, söylesem ne olacaktı ki? Büyük ihtimal beni sadece “arkadaş” olarak gördüğünü söyleyip, kibarca ret edecekti.  Çünkü o da hoşlansa, ufak ipuçları verirdi ki bundan eser yoktu. Açıkçası o yaşlarda bir insan için durumum çok ümitsizdi…

 Ama bu kitaplar, bu öğretiler ne diyordu? “Pozitif düşün, gerçekten iste, olmayacak korkusundan arın ve olsun!”. Ne şirin, ne sevimli değil mi? Hap gibi bir öğreti… Sanki elinize sihirli değnek geçiyor böyle düşününce ve hop diye istediğiniz oluveriyor. Ben de zaten duaların gücüne küçüklüğümden beri inan(dırıl)mışım, bir de bu yeni felsefe ile tanışınca daha bir mutlu oldum. Gayet ön yargısız ve saf halimle, genç, temiz dimağımla bu kitaplardan okuduğum öğretileri uygulamaya başladım.

Sabır ettim, aylarca pozitif düşünüp, kendi yarattığım mutluluk halinde gezindim, o pozitif enerjileri yolladım “Evren” e… Ama hiçbir nesnel adım atmak yok. Karşındakine makul şekilde açılmak yok. Bu açılmanın sonucunda, büyük ihtimal alacağın negatif cevaba psikolojini hazır etmek yok. Çünkü sürekli “pozitif” düşünüyorsun ya! Birkaç ay sonra ne oldu dersiniz? Delikanlı başka bir hatunla el ele çıkıp gelmesin mi! Oldu mu sana tam okkalısından bir “Secret” kazığı!..

Zaten daha sonra gruptan bir arkadaşın “Senin ona hisler beslediğini ne kadar saklamaya çalışsan da hepimiz anlamıştık. Onun da zaten seninkilere karşılık gelen duyguları yoktu.” demesiyle tüm gerçeği öğrenmiştim. Yani nesnel şekilde konuşup açılsam ve yanında da sürekli “Evren’e pozitif enerji göndersem” de olmayacaktı bu iş. “Görünen köy kılavuz istemez” tabiriyle, gayet anlaşılır bir durumu pozitife çevirmek adına, hiçbir yararı olmayan bir uygulamaya saplanıp durmuştum ne yazık ki.

O ilk hayal kırıklığından sonra, makul ve mantıklı adımlarla hayatı doğru yürütebileceğini anlaması gereken ben, artık evli barklı ve çocuklu bir kadın haline gelsem de ta 30’larımın ortalarına kadar zaman zaman bu tip algı çarpıtmalarına inandım ve uygulamaya çalıştım. Peki ne oldu? Ne olacak, her şey olacağına vardı… Hatta en pozitif halde olduğum faaliyetler çok negatif sonuçlandığı gibi, en negatif hislerle yaptığım şeyler çok pozitif sonuçlara vardı.  Değişken… Çünkü hayatın sorunları bu tip “hap formüller” ile çözülemiyor maalesef, insanın dışında olan tonla faktör var.

Nasıl ki genelde kaderci olan din sistemleri insan bir şeyi başaramadığı zaman kadere yorar, “kısmet” e bağlar, insanı sadece kaderin yönettiğini söylüyorsa, bu çekim yasası prensipleri de tam tersini iddia eder: Güç sendedir, eğer yapamadıysan yeterince “istemedin” demektir (!)Yani insan dışı faktörlerin ağırlığı çok az bu felsefeye göre. İki aşırı bakış açısı, ikisi de yanlış…

Siz istediğiniz kadar pozitif enerji saçın, adımlarınızı da buna göre atın, “eyleme” geçin ama size uygun olmayan, sizi istemeyen bir kişiyi kendinize çekemezsiniz. Ancak onunla uygun diyaloga girerseniz, onun etkileyici bulduğu tipi kendinize uydurabilirseniz ve ikna tekniklerini iyi bilirseniz –bunlar da psikolojik tekniklerdir- başarma olasılığınız artar sadece.  O da başarabilirseniz tabii…

Pozitif enerji uygulanan eylemlerle parayı, kariyeri, maddi imkanları da yüzde yüz çekemezsiniz. Dünya üzerindeki para ve kaynak sınırlıdır. Bu tip felsefelerdeki en büyük yanlış, dünyadaki kaynakların sınırsız olduğuna dair iddiasıdır. Her insanın beklentisinin farklı olduğundan dem vururlar ve bu beklentileri raflara dizilmiş ürün gibi gösterirler. Aslında çoğu insanın beklentisi o kadar da farklı değildir: Aşk, iş/kariyer, para ve insan ilişkilerinde başarıdır. Bir kişiyi istersiniz –benim başta örneklediğim gibi- ama o kişiyi muhtemelen birçok kişi de istemektedir. Bir mevkiye talipsinizdir, muhtemelen o mevkiye talip onlarca, yüzlerce, binlerce kişi vardır.

KPSS, SBS, ÖYS gibi sınavlara yüz binler, milyonlar katılıyor. Hemen hepsinin hedefi en iyi okulları ve mevkileri kazanmak… Muhtemelen çoğu da son yirmi yılda iyice popülerleşen Secret felsefesini biliyorlar ve “yürekten” istiyorlar. Hemen hepsi etkin şekilde çalışıyor, dershanelere gidiyorlar. “Başaracaksın” denerek psikolojik olarak destekleniyorlar. Ama sonuçta kısıtlı sayıdaki iyi okula en zeki, etkin çalışmış ve sınav heyecanını yenmiş olanlar giriyor. Geride ise girenlerden çok daha fazla sayıda öğrenci, sadece küsüratlık puan farklarıyla kaybetmiş, psikolojik olarak desteklenmiş ve pozitif düşünmüş halleriyle kala kalıyor.

Secret felsefesine göre çok korkunca başına geliyormuş, tüm korkularından arınınca da artık hiçbir negatif şey sana zarar vermezmiş (!) Peki bu mantığa dayanırsak, sadece ansiklopedilerde gördüğü balta girmemiş Amazon ormanlarında yaşayan, bacak aralığı yirmi santimi bulan tarantulalardan korkan, bunu takıntı yapmış bir kişi –anakrofobik- yaşadığı şehirde bu hayvanla karşılaşır mı? Peki ya yerli yersiz ölüm korkusu ile yaşayanlar, bunu takıntı haline getirenler… Patır patır ölüyorlar mı? Ya da tam tersi, hayat dolu, pozitif karakterli, ölümü aklının ucundan dahi geçirmeyen insanlar, son derece sağlıklı şekilde ya da hiçbir ölümcül kazaya uğramaksızın 90’larına, 100’lerine kadar yaşıyorlar mı? Var mı bunun bir garantisi ya da istatistiği? Son derece sağlam psikolojisi olan, korkusuz ve savaş tekniklerini de çok iyi bilen askerler, vızır vızır kurşunların, ateşlerin yağdığı cephelerde hiç mi yara almadılar, ölmediler? Çekim yasası eğer iddia edildiği gibi “evrensel “ bir yasa ise, tüm bunların kesin cevapları olması gerekir. Ama ne yazık ki yok…

Eğer bir şeyden mantıklı bir sebeple korkuyorsanız, onda tehlikeler görmüşseniz ya da tehlikeyi, yanlış giden bir şeyleri hissediyorsanız, onun gerçekten korkulacak, çekinilecek bir yanı vardır ve önlem almazsanız başınıza büyük olasılıkla da gelir. Bu, bir insanla olan ilişkiniz de olabilir, kaza tehlikesi de, işyerindeki durumunuz da. Siz korktunuz diye değil, tamamen anlamlı nedenlerle başınıza gelir bu şeyler.

Ya da bir insan veya bir durum hakkında iyi ipuçları yakaladıysanız, o kişi ve durumla ilgili nesnel iyi şeyler gördü ve yaşadıysanız, bununla alakalı iyi hislere sahip olur, pozitif düşünmeye başlarsınız ve muhtemelen de durum sizin için pozitif bir hal alır, “hayırlı” olur. Siz o durumu “olumladınız” ve pozitif düşündünüz diye değil, bizzat durumun ya da kişinin kendisi pozitif olduğu için.

Peki her durum katı mantık ile mi izah edilir? Hayır… Mantık beynin korteksi ile alakalı. Beynimizi kaplayan beyin zarı, yani üst beyin… Çevremizi bilinç açıkken algıladığımız, iyi-kötü, güzel-çirkin, eğri-doğru, pis-temiz ne varsa doğrudan gözleyebildiğimiz ve yorumladığımız kısım… Bu bize mantıksal veriler sağlıyor, görüp duyduğumuz, koklayıp dokunduğumuz ve buna göre dünyayı  yorumladığımız girdileri.  

Peki sezgiler yok mu? Elbette var… Ama bunlar Secret felsefesinin “spritüel titreşim” tanımlı hisleri değil. Tamamen beynin derinlikleriyle, “alt beyin” denen kısmı ile alakalı ve insana da oldukça doğru veri sağlayan hisler. Çünkü alt beyin tüm beynin yüzde 72’lik geniş kısmını kapsıyor, buzdağının görünmeyen kısmı ve insanoğlu var oluşundan beri atalarının edindiği her bilgiyi depolayıp yeni nesillere aktarıyor. Hepimiz bu “bilgi” ile doğuyoruz, sinirsel yollarla da bu bilgiye temas ettiğimiz anda doğru şeyler seziyor, doğru adımlar atıyoruz. Yani hayatımıza bu yolla “pozitif” olanı çekiyoruz.

Örneğin “ilk izlenim” denen şey: Birisi ile tanışırsınız, müthiş görünür, harika konuşur, çok karizmatiktir ama yok… Eksik ve yanlış bir şeyler vardır o kişide. Ya da bir durumla karşılaşırsınız ki çok mükemmel gibi görünse de içinizi bir kurt kemirir adeta… İşte bunu alt beyninizle kavrar ve hissedersiniz. O ilk anlardaki hissedişiniz de büyük olasılıkla doğru çıkar. Veya tam tersi, çok berbat görünen birileri ya da bir şeylerin aslında çok iyi olduğunu sezersiniz.

Ya da bir rüya görürsünüz ve gördüğünüz şey gerçekleşir… Günlük telaşlarımız, kuruntu ya da sevinçlerimizle alakalı değil, çok daha “derin”, alt beyinsel bir rüyadır bu ve haklarında tam nesnel verilere sahip olmadığınız kişi ve durumlar hakkındaki gerçekleri, alt beyinin geniş bilgisinden yararlanarak sezmiş olursunuz yine. Yani gerçekliği siz yaratmazsınız, var olan gerçekliği bu şekilde “görmüş” olursunuz.  Yaşamınızda “mucizeler” yaratmıyorsunuz, sadece hayatta olan bitenin ve doğru seçeneklerin neler olduğunu daha net görmüş olup, ona göre daha doğru adımlar atıyorsunuz. Pozitif olanı bu şekilde çekiyorsunuz.

Son olarak… Evet, negatif düşünmemeliyiz. Yani içimizdeki strese bağlı gerginlikleri, takıntılı menfi düşünceleri olabildiğince bir kenara bırakmalıyız. Ama negatif şeyleri kendimize çekeceğimizden değil, stres kaynaklı hastalıklar ve başarısızlıklarla karşılaşmamamız için. Bir insan negatif düşünceyi abartırsa stres topuna döner, metabolizması bozulur ve kalp-damar, kanser gibi hastalıklara kolayca yakalanır. İşte “Negatif düşündü ve hastalıkları çekti” olayı da budur aslında…


Bir şey olacağı varsa oluyor zaten, bizim çabamız olayı belki biraz daha hızlandırmak, hepsi bu. İnsanların zaaflarını, hırslarını ve özlemlerini hedef alıp, büyük bir kitap/seminer/film sektörü yaratarak insanları maddi manevi sömüren, algılarını çarpıtan zihniyetten uzak, gerçeklikle bağını koparmamış yaşam diliyorum herkese...