Şu sıralarda ülkenin yoğun
şekilde yaşadığı çalkantılara herkes kendi siyasi görüşü, ideolojisi üzerinden bir
sorumlu bulmaya çalışıyor; kimi AKP, kimi HDP, kimi PKK, kimi MHP, CHP vs.
diyor, uzuyor böyle... Ama sorumlu tek değil, birkaç tane de değil, hepsi...
İktidarı, muhalefeti, devletin çeşitli kademelerindeki muhteremler, hepsi...
İkinci Dünya Savaşı sonundan bu
yana, gerçek anlamda ulusun öz çıkarları için çalışmış bir yönetici, parti
lideri gelmedi ülkeye, hala da gelemez çünkü kökten Batı güdümüne, Atlantik
grubuna, Nato’ya bağlanmışız. Bunlar ta yüz
yıllar öncesinden başlayarak, gelişmişlik bakımından dünyanın doğu kanadını
geride bırakmış ülkeler ve dünyaca stratejik önemi olan, enerji yolları üstünde
bulunan, başta petrol olmak üzere yer altı ve üstü zenginliklerle dolu ülkeleri
kendi hallerinde bırakmadılar ve durum gösteriyor ki bırakmayacaklar da... İkinci
Dünya Savaşı’ndan bu yana sıcak savaşlar çıkarmıyorlar, ordularını kullanarak
işgal yoluna fazlaca başvurmuyorlar, çünkü insanları, askerleri kıymetli.
Yaklaşık yetmiş yıldır yaptıkları şey, çıkarları olan ülkelerden kendileri için
çalışabilecek adamlar ayarlamak: İktidar ve muhalefet partileri, basın ve medya
kuruluşları, çeşitli sivil toplum örgütleri vs. Dışarıya sanki terör örgütlerinin
karşısındalarmış, kendilerine tehditmiş, mücadele ediyorlarmış gibi görünürken,
PKK, ISID, El Kaide vs. gibi tüm silahlı yapıları bizzat kendi yasal istihbarat
kuruluşlarınca kurdurmak, terör yaratmak yoluyla hedef toplumlara kayıp verdirmek,
yıldırmak, kaos ortamları yaratmak, halkları bölmek ve dizayn etmek. Kendi
elleriyle yarattıkları anarşi ortamı ile askeri, sivil darbelere zemin
hazırlamak ve yine kendilerine çalışan piyonlara darbe yaptırmak... Kendilerine
bağlı medya kuruluşlarını, basını ve dışarıdan masum gibi görünen, hak hukuk ve
“demokrasi” (!) için çalıştığını iddia eden çeşitli sivil toplum örgütlerini de
kullanarak kitlesel algıyı istedikleri şekilde yönlendirmek.. Özetle, savaş
dışında bir dolu pislik ve kaypak yöntemleri kullanmak, yani “emperyalizm”, bir
başka deyişle “sömürgecilik”... Bu türden terimleri, özellikle "dış mihraklar”
hitabını maalesef aynı mihrakların en kullanışlı adamları sanki
karşısındalarmış gibi görünüp, sürekli ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri için,
halkın özellikle eğitilmiş kesimi sanki böyle bir gerçek dünyada yokmuş,
tarihte ve günümüzde hiç var olmamış gibi sürekli gülüp geçiyor. Diğer kesimi
de bu söylemleri ağzına sıklıkla alan kişileri baş tacı edip, bu lobilerle
ortak iş götüren adamları onların karşısındaymış, vatan millet yararına
çalışıyormuş gibi savunuyor. Yani iki taraflı bilinçsizlik…
Şimdi gerçek suçlular kitleleri
yönetenler, yönlendirenler, iç ve dıştan ülkeyi sömürme projeleri götürenlerdir
diye burada iş bitiyor mu? Her şeyden önce bizler suçluyuz, yani sömürünün,
terörün hedefi olan halklar, kitleler suçlu: Biz, kendimiz yani Türk halkı
(Etnik terim olarak değil, içine tüm Anadolu insanını alan ulus adı olarak Türk
halkı) ve ayrıca yüz yıldan fazladır kaynatılan cadı kazanına dönmüş Ortadoğu ve
Kuzey Afrika’nın halkları en baş suçlu, iğneyi önce kendimize batıracağız.
Çünkü Batı ülkelerinin hepsi beş yüz yıldan beri her yönden ileri doğru
giderken bizler gerilemeyi seçtik. Onlar bilime, bilimselliğe dayalı eğitime ve
akılcılığa yönelip, kendi içlerindeki sosyal ve insani ilişkileri ilerletirken,
adaleti, hak, hukuk kavramlarını medeni şekilde tesis ederken, bizler var olan cehaletimizde
ısrar ettik, eski, parlak, bilime önem veren dönemleri sıkıca kapattık. İçimizden
çıkan aydınlara gereken önemi vermedik, hatta onları katlettik. Hayatı
akılcılık ve nesnellik üzerine değil, eski tabular, bağlayıcı ve çifte
standartlı gelenekler, töreler, din ve mezhepler üzerine inşa ettik. Başta karşıt cins ilişkileri olmak üzere her
türden insani ilişkiyi çatışma, kavga gürültü, taciz tecavüz, duygu sömürüsü, adam
kayırmacılık, başarılı olanın ayağını kaydırma, kazık atma, hile ve
dolandırıcılık, kurnazlık, kendi gibi düşünmeyeni, inanmayanı, farklı hayat
tarzını benimseyeni yaşatmama, yok etme üzerine, ayrımcılık ve bölünme üzerine
kurduk. Onlar sürekli şekilde “birlik” olmaya giderlerken, bizler etnik köken, din,
mezhep, cinsiyet, sosyal sınıflar üzerinden safha safha bölünür olduk. Yani
kısaca “Eller Ay’a giderken bizler yaya” kaldık. Yaya kalmış halkların yaşadığı
topraklar, Ay’a gidenlerinkine nazaran daha da verimli, enerji kaynakları
yönünden daha yoğun olunca da onların bize operasyon yapması, algılarla
oynaması, iç karışıklık çıkarması gayet rahat oluyor açıkçası. Hani güzel bir
laf vardır "Kaz ise kazıkla" ya da "Eşek olunca semer vuran çok
olur"… İşte onu yaşıyoruz on yıllardır ve ani bir uyanış, aydınlanma, mucize
falan olmadıkça da hep yaşayacağız.