29 Ekim 2015 Perşembe

Eski gazete küpürlerinden derlemeler

Evimin bir köşesinde unutup, rastlantıyla yeniden bulduğum eski gazete küpürlerini yorumsuz sunuyorum:







17 Ekim 2005





17 Ekim 2005





20 Ekim 2005





20 Ekim 2005





20 Ekim 2005





20 Ekim 2005





12 Mayıs 2007





16 Mayıs 2007





16 Mayıs 2007





16 mayıs 2007





18 Nisan 2008





18 Nisan 2008





18 Nisan 2008





18 Nisan 2008





18 Nisan 2008





19 Nisan 2008





8 Ağustos 2010





8 Ağustos 2010


























18 Ekim 2015 Pazar

Levent Kırca'nın ardından...

Ülkenin büyük bir çoğunluğu, hatta yaşı benden bile ileri olanlar, Levent Kırca’yı televizyonlarda ilk olarak “Olacak O Kadar” programı ile hatırlar. Olacak O Kadar, TRT’nin ikinci kanala geçtiği 1986 sonbaharında, kanalın ilk programlarından biri olarak yayın hayatına başladı ve sonrasında yıllarca özel televizyonlarda devam etti. Milyonları güldürdü ya da hayata bakış açısına göre sinirlendirdi, “dokundu”… Oysa ben onu tek kanallı ve siyah beyaz TRT döneminde, 1974-75 yıllarında ekrana geldiği “Oyun Treni” programından beri biliyorum. Henüz 3 – 4 yaşlarında küçücük bir çocuktum ve bugünlere kıyasla, dönemin ilkel sayılabilecek teknik şartlarıyla hazırlanan bu çocuk programı her bittiğinde avaz avaz ağlayışımı hiç unutamam.

Şimdi ebediyete kavuşmuş olan ünlü sanatçı, Recep Tayyip Erdoğan dönemine geldiğinde yayınları önceleri bölüm bölüm yasak almaya başladı, daha sonra tamamen durduruldu. Birkaç yıl öncesinde yeniden başlatıldı ama yine çeşitli engellemeler derken yine bitirildi. Tayyip Erdoğan’ın kendini korumak için bu yola başvurduğu aşikar, ama bence ters tepti. Niye?

Geçmişin siyasetçileri, hatta en sağ-otoriter olan Özal, Demirel, Erbakan bile bunu asla yapmadı. Tam tersi, başta Özal olmak üzere, kendilerine ait karikatürleri albümleştiren, siyasetinin eleştirildiği oyunlara gidip, eğlenip, alkışlayan ve sanatçıları tebrik edenler bile oldu. Bu insanlar, kendi dönemlerinde birçok hatalı, zararlı, kötü siyasi uygulamalar yapmış dahi olsalar, vatandaşların onları anarken bir yandan da gülümsüyor olmalarını mizahçılara, Levent Kırca'nın Olacak O Kadar'ına, Zeki - Metin ikilisinin Devekuşu Kabare'sine, Müjdat Gezen'e vs. borçlular. Onlar bir yandan mizah yoluyla ülke siyasetini eleştirirken, aynı zamanda siyasilerin vatandaşların zihinlerinde yer eden profillerini yumuşatıyorlardı: Özal'ın "Tonton", Demirel'in "Şapkamı alır da giderim", Erbakan'ın "Kadayıfın altı kızardı mı?" olarak hala zihinlere yansıması bu yüzdendir. En çok nefret kazanmış Kenan Evren'in bile "Netekim Paşa" olarak insanları gülümseten bir yönü bulunur. Tüm bunlar mizahçilar sayesindedir.

Cumhurbaşkanı ileride ne ile anılacak? En hafifinden "Uzun" lakabı ile... Kendisi ile şaka yapılmasına, karikatürlerinin çizilmesine, skeçlerde canlandırılmasına izin verseydi eğer, çok daha başka şekilde hafızalara kazınacaktı. Gülümseten bir tarafı da olacaktı. Ama maalesef fanatikleri hariç, herkes onu korkutan bir figür olarak anacak maalesef…

















12 Ekim 2015 Pazartesi

Filler tepişir, çimenler ezilir

10 Ekim 2015 tarihinde Ankara Garı’nda vuku bulan elim olay için herkes kendi meşrebince daha olay taptazeyken, ilk dakikaların içinde "Olayın faili PKK (HDP) ya da AKP (İŞİD)" diye tepki verip, sorumluyu "şıp" (!) diye buldu. Bundan önceki benzer olaylar, uzunca bir süredir insanların kafasında iki temel şüphe oluşturmuştu: 1. “RTE 400 milletvekili verildiği takdirde, ülkenin huzura kavuşacağını söylüyor, demek ki sorumlusu odur” 2. “HDP seçmeninin yoğunlukla katıldığı mitinglerde patlayan her bomba onların mağdur olup, oy arttırmasına yarar. Demek ki sorumlu PKK”… Birbirine taban tabana zıt görünen hatta birbirleri ile “düşman” sayılan bu iki kesim “olağan şüpheliler” sınıfına çoktan sokulmuştu bile…


Peki, şüpheliliği bu kadar sıradan, olağan hale gelmiş legal ya da illegal yapıların en tepedeki yöneticileri, suçlarının hemen tespit edileceğini bile bile böyle bir eylemi yaparlar mı? Tüm hamlelerinin herkesçe öngörüleceği bir satranç oyununa girişirler mi? Koskoca örgütleri, kuruluşları yöneten bu adamlar, böyle bir stratejik hatayı yapacak kadar “saf”  olabilirler mi?

Her terör eylemi sonunda haklı olarak herkes birbirine şunu soruyor: “Bu iş kim(ler)e yarar?” Ama kendi kendilerine verdikleri cevaplar da aynı, hep bu iki “zıt” odak… Bu odaklardan hangisine yakınsa karşısındakini suçlar nitelikte, işte bu kadar basit düşünülüyor. Ama son birkaç yüzyıldır dünya üzerinde hüküm süren devletler, antik kabile devletleri, basit yapılar değil. Hem kendi içlerinde, hem ülke dışında çok fazla çıkar güden komplike ülkeler ve bunların arasındaki en gelişmiş olanları (genelde Batı bloku) son birkaç yüz yıldır birçok ülkeyi çeşitli şekillerde sömürüyor.  İmparatorlukların yıkıldığı son yüz yıllık süreçte ortaya çıkan ulus devletlerin hemen hepsinin sloganları ve üzerine kurduklarını iddia ettikleri sistemler “demokrasi, insan hakları, barış, hürriyet, adalet” vs. üzerine…

Ancak kazın ayağı hiç de göründüğü gibi olamadı maalesef. Başta enerji yolları olmak üzere, çıkarları bulunan ülkeleri on yıllardır bu sloganlarla sömürüyor hatta “Size demokrasi getiriyoruz” bahanesiyle işgal edip, parçalıyorlar. Bu ülkelerin içinde çeşitli çıkarlar üzerine anlaştıkları siyasetçi, bürokrat vs. önemli kademelerdeki kişileri önce kullanıp, işlerine yaramaz hale getirdiklerinde ya da arada anlaşmazlık çıktığında “deliğe” süpürebiliyorlar. Bu kişiler başta medya olmak üzere çeşitli algı operasyonlarıyla ya halk kahramanı, büyük lider, barış havarisi gibi gösteriliyor ya ada faşist diktatör veya terörist… Hepsi de en acımasız yöntemlerle “deliğe süpürülmüş” (!) Irak devrik lideri Saddam ve Libya devrik lideri Kaddafi bunlara sadece iki örnektir. Bu arada “yasal” istihbarat örgütlerinin önce kullanıp yararlandığı ve sonra “başıbozuk terörist” (!) ilan ettikleri kişileri de unutmayalım; Usame Bin Ladin en iyi örneklerden biridir.

İşte, bu tip kanlı eylemler kim(ler)in işine yarar? Çıkarları olan ülkeleri etnisite ya da din / mezhep üzerinden bölmeye, kaos yaratmaya çalışan tüm yapılara yarar. Halk genelde basit düşünmeye meyillidir, bu tip bilgilere “komplo teorisi” gözüyle bakar ancak iş işten geçtikten, amaçlara ulaşıldıktan, olayların arası iyice soğutulduktan sonra ülkeler “gizli” birtakım dosyalarını açarlar ya da emekli olmuş görevliler anılarını araştırmacı gazetecilere anlatırlar, aradan elli yıl falan da geçmiştir. O zaman görülür neyin ne olduğu… Ancak artık nesil değişmiş, hafızalar da balık cinsi olduğu için yaşanan her şey unutulmuştur. 12 Eylül 1980 darbesi öncesi yaşanan kargaşada sağ ve sol görüşten her gün yirmi, otuz kişi çıkan çatışmalarda öldürülüyor, kentler siyasi görüşe göre mahalle mahalle ayrılıyordu. Darbe yapıldıktan, istenen “ayar” sağlandıktan, olaylar soğuyup ortalık durulduktan sonra zıt kardeşler, azılı düşmanlar gibi görünen bu farklı siyasal örgütlerin perde gerisinde aynı merkezlerden yönetildiği gerçeğine varıldığını unutmayalım. İdealler uğruna, daha iyi bir ülke, barış, emek, kardeşlik uğruna ölen ve öldürülenler ise bu çıkar odaklarının kullanıp attığı piyonlardan başka bir şey olmadılar.

 Çok değil sadece 35 – 40 yıl öncesi bu kadar kolay unutulmuşken, yine benzer çıkarlar, hesaplar uğruna benzer bir filmin yeniden ortaya konması gayet kolaydır. Eskiden yaşanan bu kaos için herhangi bir vatandaşı çevirip soracak olsak, yine körü körüne bağlandığı siyasi partiye göre “faşist ülkücüler” ya da “azılı gomünist kızıllar” diyecektir. Hatta birçokları da “Kenan Paşa iyi ki darbe yaptı, halimiz haraptı” bile der… Bu kadar sığ ve tek boyutlu düşünen halkın burnu da pislikten çıkmaz.

Eskinin yöntemi, önce kaos yaratılıp ardından askeri darbe ile çıkar odaklarının yararına yeni düzen kurdurmaktı. Şimdinin yönteminde bu seçenek terk edilmiş gibi görünüyor. Ortadoğu’da son yıllarda uygulanan en bilindik operasyon, Irak örneğinde olduğu gibi, sonradan yalan olduğu açığa çıkarılacak bir takım bahanelerle hedef ülkede kaos yaratmak, “kurtarıcı” (!) pozisyonunda Nato güçlerinin hedef ülkeye konuşlanması, ülkenin bölünmesi ve Batı yararına yeni “kullanışlı” (!) liderlerin başa getirilmesidir.


Son yaşanan olayda er ya da geç bir “fail” bulunacak ve resmi makamlarca açıklanacaksa da, bu sadece gerçeğin bilinmesi gereken kısmı kadar olacaktır, yani buz dağının görünen yüzü… Yine protestolar, yine kendine daha düşman gördükleri kesimlere lanet okumalar, kısır döngü devam edip gidecek ne yazık ki. Ülkemizin bu durumu her gün ölüp ölüp diriltilen bir hasta gibi; ne tam bir iyi olma hali mevcut, ne de tümden batıyor. Tam iyi olma halini zamanında Atatürk “tam bağımsızlık” ilkesiyle yapmış, ancak kısa süren ömrünün hemen sonrasında her şey tepe taklak olmuş. Ya onun yaptığının benzeri bir “devrim” gerçekleşecek ya da toptan fişimizi çekeceğiz. Aksi durumda ise üstümüzde tepişen fillerin altındaki çimen olmaya devam edeceğiz.











8 Ekim 2015 Perşembe

Tonlarca ağırlıkta duygular

İnsanların hayatta kalmaları için olmazsa olmazları hava, su, yiyecek, uyumak, barınmak vs. Ama insanlar bu yaşamsal ihtiyaçları sağlar sağlamaz, diğer insanların üzerine "Var olma sebebimsin, hayatımın anlamısın, sensiz yaşayamam" tarzında hissiyatları kurarlar. Bu kişiler aşkları, çocukları, ana babaları ya da bazı dostları olabilir. Ama genelde aşklar ve çocuklar üzerine kuruludur.

Ancak bunların hayati ihtiyaç olarak algılanması, doğal kayıp olan ölüm haricinde, eninde sonunda aşırı yoğun duyguyu hisseden tarafın bunu yitirmesine veya karşıdaki insanın bu yoğunluktan başlangıçtaki zevki alamayıp bıkmasına sebep olur. Ya da her iki taraf da aynı seviyede fazla yoğun hissedişe, “sen olmazsan ben de olmam” moduna sahipse, zamanla her iki türden bitişi deneyimlerler. Yani genel olarak acı son kaçınılmaz, üzüntü garantidir. “Neden artık aynı şeyleri hissedemiyorum?” ya da “Niye artık beni eskisi gibi sevmiyor?” gibi sorular kafalarda döner.

Yaşamın içinde zaman zaman bu türden yoğun duyguları hissetmek gayet normaldir. Ama hayatın büyük bölümünü hatta tamamını kaplamaya başlamışsa, hem kişi açısından hem de ilişkide bulunduğu diğerleri açısından sorun var demektir. Hayatın tüm anlamını belli bir kişinin ya da kişilerin üzerine kurmak, sağlıksız bir duygu olan bağımlılığı yaratır. Tüm duygularının ağırlığını üzerine bindirdiği insan(lar), kendilerinden beklenenin azıcık ötesinde farklı davrandıklarında kişi dağılır, yıkıldığını hisseder. Tıpkı, tüm ağırlığını dengeli şekilde belli sayıda kolona değil de, bir tek kolona ya da bazı kolonlara aşırı şekilde bindirmiş yapıların yıkılması gibi…

Bizim topluma baktığınızda, insanların azımsanmayacak bir kısmının bu türden davrandığına şahit olursunuz. Aşırı yoğun duyguların insanlarıdırlar, bu şekilde olmayanlara “duygusuz” yaftası bile yapıştırabilirler. Belli başlı kişilere, özellikle eşlere, sevgililere, çocuklara hayatlarının tüm anlamını yüklerler ama aynı oranda onlardan beklentileri de fazla olur. Karşı taraf da genelde böyledir ancak zamanla insanlar birbirlerinin duygu yükleri altında ezilirler, yıpranırlar ve sevgiler nefrete dönüşür. Dengeli bir ruh hali asla sağlanmaz. Yaşanan her şey ne kadar güzel olursa olsun, aynı zamanda yoğun bir kaybetme endişesi de vardır. Birlikte geçirilen zamanların tam anlamıyla keyfine varılamaz, bir yandan mutluyken bir yandan da “acaba?” duygusu hüküm sürer ve zaten korkulan da er ya da geç başa gelir.

Oysa hayatı paylaştığımız bu özel kişil(er)e tüm anlamı yüklemek, yaşama sebebimizi on(lar)a bağlamak yerine, kendi hayatımızı merkez alıp, onları da bu hayata güzel tatlar katan, bizi mutlu edip geliştiren insanlar olarak baksak her şey çok daha farklı gelişecek. Bir yandan mutluymuş gibi hissederken, öte yandan “ya sonra?” endişesi taşımayacağız. Paylaştığımız anlar keyifle geçecek. Ve ilişkilerimiz de tüm ağırlığını belli kolonlara dengesizce bindirmiş bina gibi değil, uzun yıllar yıpranmadan ayakta kalan yapılar gibi olacak. Evet, bunu becerebilmek zor ancak imkansız değil…
















10 Eylül 2015 Perşembe

Suçlu Kim?

Şu sıralarda ülkenin yoğun şekilde yaşadığı çalkantılara herkes kendi siyasi görüşü, ideolojisi üzerinden bir sorumlu bulmaya çalışıyor; kimi AKP, kimi HDP, kimi PKK, kimi MHP, CHP vs. diyor, uzuyor böyle... Ama sorumlu tek değil, birkaç tane de değil, hepsi... İktidarı, muhalefeti, devletin çeşitli kademelerindeki muhteremler, hepsi...


İkinci Dünya Savaşı sonundan bu yana, gerçek anlamda ulusun öz çıkarları için çalışmış bir yönetici, parti lideri gelmedi ülkeye, hala da gelemez çünkü kökten Batı güdümüne, Atlantik grubuna, Nato’ya  bağlanmışız. Bunlar ta yüz yıllar öncesinden başlayarak, gelişmişlik bakımından dünyanın doğu kanadını geride bırakmış ülkeler ve dünyaca stratejik önemi olan, enerji yolları üstünde bulunan, başta petrol olmak üzere yer altı ve üstü zenginliklerle dolu ülkeleri kendi hallerinde bırakmadılar ve durum gösteriyor ki bırakmayacaklar da... İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana sıcak savaşlar çıkarmıyorlar, ordularını kullanarak işgal yoluna fazlaca başvurmuyorlar, çünkü insanları, askerleri kıymetli. Yaklaşık yetmiş yıldır yaptıkları şey, çıkarları olan ülkelerden kendileri için çalışabilecek adamlar ayarlamak: İktidar ve muhalefet partileri, basın ve medya kuruluşları, çeşitli sivil toplum örgütleri vs. Dışarıya sanki terör örgütlerinin karşısındalarmış, kendilerine tehditmiş, mücadele ediyorlarmış gibi görünürken, PKK, ISID, El Kaide vs. gibi tüm silahlı yapıları bizzat kendi yasal istihbarat kuruluşlarınca kurdurmak, terör yaratmak yoluyla hedef toplumlara kayıp verdirmek, yıldırmak, kaos ortamları yaratmak, halkları bölmek ve dizayn etmek. Kendi elleriyle yarattıkları anarşi ortamı ile askeri, sivil darbelere zemin hazırlamak ve yine kendilerine çalışan piyonlara darbe yaptırmak... Kendilerine bağlı medya kuruluşlarını, basını ve dışarıdan masum gibi görünen, hak hukuk ve “demokrasi” (!) için çalıştığını iddia eden çeşitli sivil toplum örgütlerini de kullanarak kitlesel algıyı istedikleri şekilde yönlendirmek.. Özetle, savaş dışında bir dolu pislik ve kaypak yöntemleri kullanmak, yani “emperyalizm”, bir başka deyişle “sömürgecilik”... Bu türden terimleri, özellikle "dış mihraklar” hitabını maalesef aynı mihrakların en kullanışlı adamları sanki karşısındalarmış gibi görünüp, sürekli ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri için, halkın özellikle eğitilmiş kesimi sanki böyle bir gerçek dünyada yokmuş, tarihte ve günümüzde hiç var olmamış gibi sürekli gülüp geçiyor. Diğer kesimi de bu söylemleri ağzına sıklıkla alan kişileri baş tacı edip, bu lobilerle ortak iş götüren adamları onların karşısındaymış, vatan millet yararına çalışıyormuş gibi savunuyor. Yani iki taraflı bilinçsizlik…


Şimdi gerçek suçlular kitleleri yönetenler, yönlendirenler, iç ve dıştan ülkeyi sömürme projeleri götürenlerdir diye burada iş bitiyor mu? Her şeyden önce bizler suçluyuz, yani sömürünün, terörün hedefi olan halklar, kitleler suçlu: Biz, kendimiz yani Türk halkı (Etnik terim olarak değil, içine tüm Anadolu insanını alan ulus adı olarak Türk halkı) ve ayrıca yüz yıldan fazladır kaynatılan cadı kazanına dönmüş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın halkları en baş suçlu, iğneyi önce kendimize batıracağız. Çünkü Batı ülkelerinin hepsi beş yüz yıldan beri her yönden ileri doğru giderken bizler gerilemeyi seçtik. Onlar bilime, bilimselliğe dayalı eğitime ve akılcılığa yönelip, kendi içlerindeki sosyal ve insani ilişkileri ilerletirken, adaleti, hak, hukuk kavramlarını medeni şekilde tesis ederken, bizler var olan cehaletimizde ısrar ettik, eski, parlak, bilime önem veren dönemleri sıkıca kapattık. İçimizden çıkan aydınlara gereken önemi vermedik, hatta onları katlettik. Hayatı akılcılık ve nesnellik üzerine değil, eski tabular, bağlayıcı ve çifte standartlı gelenekler, töreler, din ve mezhepler üzerine inşa ettik.  Başta karşıt cins ilişkileri olmak üzere her türden insani ilişkiyi çatışma, kavga gürültü, taciz tecavüz, duygu sömürüsü, adam kayırmacılık, başarılı olanın ayağını kaydırma, kazık atma, hile ve dolandırıcılık, kurnazlık, kendi gibi düşünmeyeni, inanmayanı, farklı hayat tarzını benimseyeni yaşatmama, yok etme üzerine, ayrımcılık ve bölünme üzerine kurduk. Onlar sürekli şekilde “birlik” olmaya giderlerken, bizler etnik köken, din, mezhep, cinsiyet, sosyal sınıflar üzerinden safha safha bölünür olduk. Yani kısaca “Eller Ay’a giderken bizler yaya” kaldık. Yaya kalmış halkların yaşadığı topraklar, Ay’a gidenlerinkine nazaran daha da verimli, enerji kaynakları yönünden daha yoğun olunca da onların bize operasyon yapması, algılarla oynaması, iç karışıklık çıkarması gayet rahat oluyor açıkçası. Hani güzel bir laf vardır "Kaz ise kazıkla" ya da "Eşek olunca semer vuran çok olur"… İşte onu yaşıyoruz on yıllardır ve ani bir uyanış, aydınlanma, mucize falan olmadıkça da hep yaşayacağız. 







10 Mayıs 2015 Pazar

"Annelik" efsanesi

Efsanevi anne sözleri, daha doğrusu "Türk annesi" sözleri... İlk bakışta çok hoş, sevimli geliyor da, öyle mi acaba diye bir düşünelim.


Bu tip sözler, daha küçücükken, ergenlik çağına bile girmemişken, akılları her konuya yetemezken, bir anlık sinirlenmeler sonucunda anneleri tarafından kızgın ifadeli ya da duygu sömürüsü yapacak şekilde çocuklara sıkça söylenir. Ama "anne" aynı zamanda çocuğun ilk öğretmeni, onun zihnine temel şekilleri veren ilk insan... Bu kadar sığ ve suçlayıcı tavırlar alarak bilinçsizce yetiştirilen çocuklar birer "anne kurbanı" olarak hayata atılıyorlar yetişkinliklerinde. Sonuçlarıysa hep birlikte yaşıyoruz. Burada yazılan "efsane" (!) sözler buz dağının görünen kısmı, daha geride neler var neler.

Anne olmak ne biz insanların kendi bakış açısıyla, kültürel kodları üzerinden anlamlar yüklediği kadar abartılı ve "kutsal", ne de basit bir olgu. Evlenen ve kısır olmayan herkes anne olabiliyor, anne olmanın biyolojik hiçbir üstünlüğü ve ayrıcalığı yok. Annelikten önce bilinçli insan olmak önemli, çünkü kendini yetiştirmeden çocuk yetiştirmeye kalkmanın sonuçlarını toplumca ödüyoruz.

Çocuk, zihninin, dolayısıyla hayatının temellerini attığı 0-2 yaş arasında direkt anneden etkilendiği için anne olmadan önce kendini yetiştirmiş, bilgilenmiş bir insan olmak önemli. Bir çocuğu öfkelenmeden, duygu sömürülerine girişmeden ve en önemlisi bireyselliğine saygı duyarak yetiştirip, günü gelince de onun bir yetişkin olduğunu kabullenip hayatının iplerini ele almasını kabul etmek lazım. Saygıyı küçüklerden bekleyen ama çoğunlukla onlara saygı duymayan insanlarız, oysa onlar insan olarak hepimiz kadar saygıyı hak ediyorlar. Bu yanlışlarımız, saygısız bireylerle dolu bir toplum olmamıza yol açıyor.

Ve bir şey daha... Daha "kadın" olmadan anne olma baskıları yaşatılıyor genç kızlara. Çocuğun doğumuna vesile olan şey "aşk" tır yani kadın - erkek ilişkisidir. İlişki süreçlerindeki mutluluğu, nasıl bir insan ve ne tip bir hayat istediğini bilir hale gelmeyi, olgunlaşmayı, fiziki ve ruhsal tatmini tam oturtmadan "Hadi bir an önce birini bul evlen de anne ol, bak geç kalacaksın, evde kalacaksın, yaşıtların çoktan evlendi de bilmem kaçıncı çocuğunu yaptı" çemkirmeleriyle hala şu devirde ve sözde modern kesimlerde bile karşılaşıyor kadınlar. Çünkü "kadın" olmak, kadınlığını keşfetme süreçleri, ilişki tecrübesi yaşamak toplumda utanılacak bir şey. Kadın yerine “bayan” sözcüğü kullanılır oldu son yıllarda. Ne kadınlık utanılacak ne de analık kutsanacak olgular, her iki özellik de tek bir kadının varoluşunda mevcut.



Çocuklar her yönden doymuş ve mutlu annelerin eserleri olsunlar...









8 Nisan 2015 Çarşamba

Ahlak zaptiyesi muhteremler

Ömer Tuğrul İnançer, bir röportajında “Evlenmeden hamile kalma or…luktır. Böyle özgürlüğün olduğu dünyaya tükürürüm!” diye esip gürlemiş. Son birkaç yıldır politikacılardan akademisyenlere, gazetecilerden çeşitli din alimlerine (!) kadar muhafazakar kesimlerden gelen zevat, “günahkar” saydığı seküler kesime karşı, elinde görülmez bir ahlak sopasıyla vurdukça vuruyor. Özellikle de kadınlara… (Röportaj linki: http://www.sanalbasin.com/ulusal-gazeteler/haber/t24-gazetesi-omer-tugrul-inancer-evlenmeden-hamile-kalmak-orpuluktur-25830-7569173.html )

Sayın amcamız, kimse başınıza evlenmeden hamile kalan ya da daha kapsamlı ifade ile sizin "meşrebinize" uymayan kadınları alın (!) diye kakalamıyor. Hoş... Gelenek ve din buyrukları ile hayatını yönlendiren kesiminiz erkekleri, bu tip ahlaksız bayanlar (!) size seve seve gelseler asla "hayır" demezsiniz, bunun da farkındayız. Ama bir yandan kadına "or...pu" damgasını yapıştırırken, aynı hislerle aynı işi yapmanıza rağmen "erkeğiz biz fıtratta var yahuu" (!) diyerek kendinize çapkın erkek / şampiyon erkek madalyası takacak kadar da iki yüzlü bir kültürü götürürsünüz.

Geleneksel kültür ya da dinsel buyruklarla çerçevelediğiniz "özel" hayatınızı, lütfen "evrensel tek gerçek" diye herkese dayatmayınız. Siz ve yakın çevreniz bu çerçevede yaşamayı seçmiş olabilir, sınırları bilmelisiniz, alanınız sadece siz ve sizin gibi yaşamayı seçmişler olmalı. Birinin sınırının bittiği yerde ötekininki başlar, kabul etmemekte direndiğiniz nokta bu. Hoş... Yakın çevrenizden, aile ya da akrabalarınızdan, tanıdıklarınızdan birileri illa ki sizin kafada olmayabiliyor, hayat bu... Tornadan mal çıkarmıyorsunuz, insan yetiştiriyorsunuz. O kişiler sırf sizin baskıcı tutumunuzdan zoraki şekilde sizin çevrenizde, çerçevenizde sıkışıp kalmaya devam ediyorlar. Çoğu da bu hallerini kendilerine bile itiraf edemiyor, ayıp, yasak, günah korkusundan. Nasıl zor bir psikolojik durum, biraz empati yapın. Zoraki dayatmalar sonucu bir takım yaşanmamışlıkları hem kendilerinden, hem de özel hayatını kendi seçtiği şekilde yaşayan, yani o çok eleştirdiğiniz "mezhebi meşrebi geniş" (!) kesimden çıkartıyorlar. Hem fiziksel hem psikolojik saldırılarla... Ki sizin de sürekli şekilde yaptığınız şey de psikolojik tacize giriyor. Elinde görünmez ahlak sopası ile sürekli şekilde gezip duranlar öncelikle kendilerine sormalılar "Acaba ben gerçekten kendi seçtiğim bir dinsel / geleneksel muhafazakarlık içinde mi yaşıyorum?" diye... Çünkü bir yolu kalben, fikren seçmiş kişi sadece kendi hayatına bakar, bu kadar çok başkalarına karışmaz, aşağılamaya çalışmaz. Belli ki siz de içten içe kendi hayatınızdan sıkıldınız ama değişimden korkuyorsunuz. Bunu başaramadığınız için de başarmışlara sarıyorsunuz.

Bir yandan da sürekli mağdur psikolojisi ile geziyorsunuz. Oysa ki din / gelenek şartlandırmaları ile kişilerin özel hayatını çerçevelemek, sıkıştırmak, çeşitli din ve kültürlerce uygulanan, insanları bir "sistem" altına almak için icat edilmiş, lakin sıklıkla elde patlamış, yaklaşık beş bin yıllık bir süreçtir ve gerçek mağdurlar da bu mengene içinde kalmak istemeyen "marjinal, meşrebi geniş" (!) kişiler olmuştur. O çok eleştirdiğiniz laiklik, sekülerlik, demokrasi, özel hayatın korunması, gizliliği, 18 yaşından sonra insanların reşit olup kendi iradesi ile yaşaması vs. gibi ilkeler bunun için geliştirilmiştir. Temel insan hakkıdır özel hayat... Ama sürü psikolojisi gereği, çoğunluk sisteme entegre olmuş ve tabii süreçte "güçlünün güçsüzü ezmesi" suretiyle kabak hep özgürlükçülerin başında patlamıştır.


Başa dönersek, yetişkin, kendi iradesi ile evlilik dışı hamile kalmış bir kadının ne olup olmadığı ile ilgileneceğinize, saldırıya uğramış, tecavüzle hamile bırakılmış, kendi rızası olmadan evlendirilmiş, kaçırılıp bir yerlere satılmış gerçek mağdur kadınlar için çalışın derim. Ya da aman bunlara da hiç bulaşmayın, gölge etmeyin başka ihsan istemiyoruz.












1 Nisan 2015 Çarşamba

Evlendirme programında değil, bu sefer toptan elektrik alamadık (!)

31 Mart 2015 Türkiye geneli elektrik kesintisi hakkında çeşitli düşüncelerim:


2003 yılı yazında New York'ta bir iki saatlik elektrik kesintisi yaşanmış, insanlar şoka girip, ortalık karışmıştı. Dünya haber bültenlerinden geçtiler olayı ve "Yıllardır kesintisiz elektriğe alışkın olan ABD'liler çok şaşkınlar" diye yorumlar yapılmış, bu durumu da ülkenin süper güç olması sebebiyle ekstra bir olay nedenine bağlamışlardı. Şimdi bizim ülkenin yaşamış olduğu şeyi neye bağlayalım? "On yıldan fazladır durum çok iyi, yeni nesil elektrik kesintisi nedir bilmiyor, o yüzden insanlar tek kesintide panikliyor" deyip pozitif enerji mi yollayalım evrene? O da bize elektrik enerjisi olarak geri dönsün…


Cehalet bende midir bilemiyorum ama metro gibi yerin altında 20 bin fersahlık bir sistemin enerjisinin doğrudan şehir şebekesi gibi bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu anca bugün öğrenmiş bulundum...


Hep savunduğum bir düşünce vardır ki yavaştan gerçek oluyor: Genç kızlar, zengin adam arayacağınıza Mc Gayver gibi pratik zekası yüksek adam bulun. Zengin adam anca elektrik, yol, su gibi hizmetlerin kesintisiz sağlandığı yörelerde iş görür.


Bu tip teknolojik yoksunluklarda insanların önem verdikleri şeyler su yüzüne çıkar, bi nevi psikolojik deneydir, bedavaya. Şimdi millet tabiidir ki elektrik kesintisi ile "Aman şarj bitti, bilgisayar, tablet, telefon iptal napacaz!" derdindeyken ben deniz tüm mağara kadını genlerimi aktive eder, en temel ihtiyaçlarımı ön plana alırım: Mevsim yaz ise vantilatör durdu sıcaktan patlayacam, kış ise kalorifer yanmıyor donacam, banyoya girmeyi planlamışsam yıkanamıyorum kaşınacam derdine düşerim. Zınk diye duran metronun içinde kalsam ne yapacağımı kestiremiyorum.


Paralel, faiz, Siyonist Yahudi, kedicik lobilerini falan bir kenara bırakın. Bu kesintinin sebebini illa ki bir lobiye bağlayacaksanız kesinlikle Esra Eron evlendirme lobisi derim. Müşkülpesent adaylar bir türlü birbirlerinden elektrik alamadıkları için "Başlarım böyle kısmete, biz alamıyorsak başkaları da elektrik alamasın" deyip tüm Türkiye'nin santral ve trafolarını bozmuş olmaları kuvvetle muhtemel...


Astrolojik şanslara, şanssızlıklara ve çeşitli hurafelere zerrece inanmam ama 1999 yılından bu yana her güneş tutulması ardından bir “felaket” gelmesi beklentisi bu sefer gerçekleşti sanırım.


Son olarak: “Bak sen şu küçücük elektronun yaptığına”…












3 Mart 2015 Salı

Gördüğün fotoğrafı elbise diyerek geçme sakın...

Geçen haftanın en önemli (!) konularından biriydi şu malum elbise... Hani insanları altın "sarısı - beyaz" cılar ve "mavi - siyah" çılar diye ikiye bölen... Türkiye olarak zaten amip gibi bölündüğümüz kadar bölünmüşüz, iyice kutuplaşmışız, üzerine bir de bu mesele tüy dikti. Dünya genelini meşgul etti ama biz dünya değiliz ki kardeşim... Problemler dağ gibi yığılmış, işimiz başımızdan aşkın, kafası karışık bir milletiz. Durup dururken iyice karıştırmak neyin nesidir? Bence bu elbise meselesi, insanları AaKaPe / CeHaPe, atayiz laikçi / dinci, ılık / delikanlı, feminist çaçaron / namuslu iyi aile kızı, bozkurtçu / hewal, Gezici / hüloğcu, sirkeci / limoncu vs. cephelere ayırmak ve darbe ortamı yaratmak için çeşitli paralel ve yamuk yapıların, lobilerin, kapitalizmin ve Siyonizm’in tuzağıdır, oyuna gelmeyelim.


Şaka bi yana, esasında bu elbise deneyi kuantum fiziğindeki "olayın gözlemciye göre farklı sonuçlar vermesi" olgusuyla benzeşiyor. Aynısı değil tabii ki… Bu konuyla ilgilenenler bilir, meşhur Şrödinger'in Kedisi deneyi vardır, kedi kapalı bir kutudadır. Bir kişi -yani gözlemci- kutuyu açıp onu görene kadar, kedi aynı anda "hem ölü hem diri" haldedir. Kişisine göre ya diri çıkar oradan ya da ölü...

Hepimiz aynı türdeniz. Genetik yapımız aynı, yani insanız. Ortak bilincimiz var, ortak kültürümüz var, inançlarımız var, görüşlerimiz, fikirlerimiz, algılarımız var... Ama şu da bir gerçek ki, her insan ayrı bir “dünya". Yani her insan aynı zamanda farklı algıları, hisleri ve görüşleri olan bir "birey". Öyle ki aynı ideolojiden ya da inançtan gelen insanlar bile birbirinden çok farklı şeyler ifade edebiliyorlar. Bu esasında gayet normal, "gerçeklik" denen şeyi hepimiz kendi beynimizin özel yapısına göre farklı algılayıp ona göre yorumlayabiliyoruz. Tıpkı bu elbise olayındaki gibi… “2 x 2 = 4” olamıyor her zaman.


Basit bir elbise gibi görünüyor ancak bir şeyleri kendisi gibi algılamıyor, öyle düşünmüyor diye başkalarını sığ şekilde hemen suçlamanın da anlamsızlığına, yanlışlığına dikkat çekiyor bu sosyal medya “deneyi”. İnsanların birbirlerini sakince, zarifçe, akıl yoluyla ikna etmek yerine, “Kör müsün, sağır mısın, aptal mısın!” tarzı aşağılamalar eşliğinde kavgalaşmalarının ne kadar saçma olduğunu ve asla olumlu bir sonuca varamayacağını belki yeniden sorgulayabiliriz.







23 Şubat 2015 Pazartesi

Şiddetsel dönüşüm: Akıl dışarı, cinnet içeri

Şubat ayının ikinci yarısından itibaren peş peşe hunhar şekillerde tecavüz ve cinayet, milletvekillerinin yumruklu kavgaları, siyasi odaklı grup çatışmaları ve ölüm haberleri aldık durduk… Ülkenin gündemini, sosyal medyayı günlerce meşgul etti, herkes olan bitene lanetler yağdırdı.


İşin özüne bakacak olursak, toplumumuzda insanların geneli aslında kendi kendiyle kavgalı. Zihinde çözülemeyip, bitirilmeyen her kavga dışarı taşırılıyor: Siyasi ideolojisini savunmak için karşısındakine dayatır, olmadı saldırır, öldürür… Karşıt cinsi ikinci sınıf gördüğü için, bacak arası ile sorunu mevcuttur, tatminsizdir, doyumsuzdur, açtır, saldırır, öldürür… Makul bir diyalogla çözülebilecek kırılmış dükkan camekanı meselesinde kavga çıkarır öldürür… Milletvekilleri kanun çıkarırken, diyalog yetmez, birbirlerine saldırır… Ya da kim bilir hangi çözümsüz kalmış, daha doğrusu çözmeye bile uğraşılmamış ruhsal takıntılardan ötürü, belki fiziki değil ama görünmez bir ahlakçılık sopasıyla başkalarının -bilhassa kadınların- özel hayatlarını bbg evi misali gözler, haddi olmadan insanların hayatlarının içlerine dalıp bu şekilde tecavüze yeltenir…


Fakat kimlere sorarsanız sorun, kendisini muaf tutarak "Bu millet adam olmaz, gelişemez, ekonomide kalkınamaz, bilimde ilerleyemez. " der, sözbirliği etmişçesine… Ekonomisi iyi, bilimde ilerlemiş ve insanlarının birbirlerine hoşgörüsü yüzünden yine ülkemiz insanları tarafından "mezhebi, meşrebi geniş" diye yargılanan ileri ülke insanları, zaten kendileriyle ve birbirleriyle olan ilişkisel meselelerini çözmüşler. Bunun içindir ki zihinleri açık, parlak ve her yönden ilerleyebiliyorlar. Toplumu oluşturan bireylerin zihinsel kavgaları sona erdirilmedikçe, sanki kötü bir kader gibi üzerimize yapışmış olan üçüncü sınıf bir ülke durumu da asla sona erdirilemez.


















15 Şubat 2015 Pazar

Aşk yerine tecavüzün gündemde olduğu bir Sevgililer Günü

Keşke bu sevgililer günü de "Yahu ne boş şeyler bunlar, kırmızı kalpler, hediyeler hep kapitalizmin oyunu" gibi şeyler yazılsaydı sosyal medyada. Maalesef hunhar bir cinayeti konuşur oldu, bir sevgilisi olan ve olmayan herkes. Ülkedeki insanların zaten pamuk ipliğine bağlı keyfi tümden kaçtı... Ayrıntılarını tekrar yazmaya gerek yok, Tarsus'ta bir minibüs içinde üç erkek (!) tarafından tecavüz edilip öldürülen ve cesedi yakılarak dere kenarına bırakılan üniversiteli kızın hazin sonu...

Bu olaylar sürekli oluyor ve dikkat ettiyseniz her olayda millet "Kısasa kısas isteriz!" diye bağırıyor. Hadi sorgulayalım bu etkiye karşı tepkisel duygumuzu:

Eğer gerçekten "kısas" istiyorsak, kısas suçluya doğrudan uygulansın ki adalet sağlansın. Kimileri suçlunun yakınları, ailesi, karısı, kızı, ana babası, oğlu vs. üzerinde uygulanmasını istiyor çok haksızca, bu adaletsizliktir.

Ayrıca, şeriat ülkelerinde uygulandığı için milletimizce çok özenilen bu kısas cezası, böyle nüfuzlu, zengin, ensesi kalın, şeyhlere, mollalara uygulanır mı? Yoksa orta ve alt gelir grubundaki sade vatandaşa mıdır? Ben o kadar marjinal hareketler yaptığı, 9 yaşındaki kızları satın alıp haremine kattığı, hatta belki kafasına göre kızıp öldürdüğü halde ceza yiyen şeriat ülkesi zengini, şeyhi, mollası falan hiç duymadım. Taşları, kırbacı da genelde kadınlar yer zaten. Dünyada ne oluyorsa garibanadır, unutmayalım... Cennetteki huri masalları züğürtlere teselli olduğu gibi, bu dünyadaki tüm ağır cezalar da züğürtler içindir.

Şimdi bizim ülkenin hukuk durumuna bakalım: Hangi hapis cezası tam olarak uygulanıyor? Hiçbiri neredeyse... Hep "hafifletici" (!) sebepler ortaya atılıyor. Af çıkarılıyor... Böyle canice suçlar işleyenlere ağırlaştırılmış müebbet cezaları asla uygulanmıyor. Medeniyette vahşete vahşetle karşı gelme yoktur. Ortaçağ'da yaşanmış, çok uzun sürmüş ve sonunda aydınlanmışlardır ileri ülkeler. Eğer sizin de içinizde suçluya karşı da olsa, Saw filminin Jigsaw karakterinin yaptığı gibi fantastik işkence metotları varsa, kendi psikolojinizi sorgulayın. İnsanın ruhsal durumu iğne iplik gibidir, şiddete meyilliyseniz bir anda sapığı cezalandırıcı taraftan, sapıklık tarafına geçebilirsiniz. 

Medeni olduğu kadar, caydırıcı olan tek ceza metodu hakkıyla verilmiş hapis cezalarıdır. Affı yoktur ve hüküm kesindir. İyi (!) hallerden, kurbanın "tahrikinden" (!) indirimler uygulanmaz. Bu ülkede işlenen suçlara verilen hapis cezalarındaki indirimler, sezon sonu alışverişlerinde mağazalarda uygulanan indirimleri kat kat geçmiştir. İronik bir benzetim ama gerçek bu... Tecavüz, cinayet, işkence gibi ağır suçlara bulaşmış kişilere ömür boyu yeryüzü gösterilmez. Müebbet hapistir işte, çıkışı yoktur, o kadar... Gelişmiş ülkeler bunu uygular. Ya da ABD'deki gibi zehirli iğne ile idamdır. O da suçu kesin ispatlanırsa... Geri dönüşü olmayan cezalarda hassasiyet lazımdır. Kişilere iftira atılarak ölüme mahkum ettirme vakaları da yaşanmamalıdır. Bir de işin bu tarafı var çünkü. Terazi çok hassas olmalı...

Ve zaten bu tip adamlar, tecavüzcüler hapiste aynı şekilde diğer mahkumlarca cezalandırılıyor. Çoğu "kısas" denen olayı zaten yaşıyor. Böyle bir gerçeğe rağmen, caydırıcı oluyor mu? Bir azalma var mı bu saldırı, tecavüz olaylarında? Yok... İdam gelse de bu ülkede yine olmaz. Korkutma ve sindirme ortamı ile zaten kimse adam olmuyor. İnsan dahil tüm canlıların psikolojisine ters... Biriken korku ve baskı, etki-tepki ile karşı tarafa saldırıyı getirir. Şiddetle terbiye edilen, korkutulan tüm hayvanların vahşileşmesi gibi. Zaten tek tek adam cezalandırmak, sadece sivrisinek avlamaktır. Bu adamları üreten bir "bataklık" var. Bu bataklık kurutulmadan kurtuluş olmaz. Bataklık ise bizim kültürümüz... Genel anlamda söylüyorum, bu ülkedeki insanların diğer insanlara, kadınlara, çocuklara, ilişkilere bakış açısıdır. Son derece iki yüzlü, erkek egemen, sert, yargılayıcı, doğal olarak yaşanması gereken cinsel hayatı baskılayıcı... Kadın, erkek duygusallığı da cinselliği de barındıran ilişkilerin olmayışı ya da alabildiğine kısıtlanması... Bu kültür koca bir bataklıktır ve kurutulmadıkça, iyi yönde evrime uğramadıkça daha çok tecavüzcü, saldırgan üretir.

Doğaya her bakımdan ters yaşıyoruz. Hem dışımızdaki hem içimizdeki... Bu terslik, er ya da geç tepki veriyor: Dış doğaya ters gitmek, sera etkisini, küresel ısınmayı, bunun sonucunda oluşan aşırı yağışları, selleri, fırtınaları tetikliyor. Fay hatlarına ters gitmek yapılan tüm binaları yerle bir ediyor. Aynı şekilde kendi doğamıza ters gitmek, insan ilişkilerini ve hayatını yargılayıcı, baskılayıcı kurallarla sımsıkı çerçevelemek de içimizdeki canavarları uyandırıyor. Geri dönüşü olmayan yollara giriyoruz...