29 Ekim 2015 Perşembe

Eski gazete küpürlerinden derlemeler

Evimin bir köşesinde unutup, rastlantıyla yeniden bulduğum eski gazete küpürlerini yorumsuz sunuyorum:







17 Ekim 2005





17 Ekim 2005





20 Ekim 2005





20 Ekim 2005





20 Ekim 2005





20 Ekim 2005





12 Mayıs 2007





16 Mayıs 2007





16 Mayıs 2007





16 mayıs 2007





18 Nisan 2008





18 Nisan 2008





18 Nisan 2008





18 Nisan 2008





18 Nisan 2008





19 Nisan 2008





8 Ağustos 2010





8 Ağustos 2010


























18 Ekim 2015 Pazar

Levent Kırca'nın ardından...

Ülkenin büyük bir çoğunluğu, hatta yaşı benden bile ileri olanlar, Levent Kırca’yı televizyonlarda ilk olarak “Olacak O Kadar” programı ile hatırlar. Olacak O Kadar, TRT’nin ikinci kanala geçtiği 1986 sonbaharında, kanalın ilk programlarından biri olarak yayın hayatına başladı ve sonrasında yıllarca özel televizyonlarda devam etti. Milyonları güldürdü ya da hayata bakış açısına göre sinirlendirdi, “dokundu”… Oysa ben onu tek kanallı ve siyah beyaz TRT döneminde, 1974-75 yıllarında ekrana geldiği “Oyun Treni” programından beri biliyorum. Henüz 3 – 4 yaşlarında küçücük bir çocuktum ve bugünlere kıyasla, dönemin ilkel sayılabilecek teknik şartlarıyla hazırlanan bu çocuk programı her bittiğinde avaz avaz ağlayışımı hiç unutamam.

Şimdi ebediyete kavuşmuş olan ünlü sanatçı, Recep Tayyip Erdoğan dönemine geldiğinde yayınları önceleri bölüm bölüm yasak almaya başladı, daha sonra tamamen durduruldu. Birkaç yıl öncesinde yeniden başlatıldı ama yine çeşitli engellemeler derken yine bitirildi. Tayyip Erdoğan’ın kendini korumak için bu yola başvurduğu aşikar, ama bence ters tepti. Niye?

Geçmişin siyasetçileri, hatta en sağ-otoriter olan Özal, Demirel, Erbakan bile bunu asla yapmadı. Tam tersi, başta Özal olmak üzere, kendilerine ait karikatürleri albümleştiren, siyasetinin eleştirildiği oyunlara gidip, eğlenip, alkışlayan ve sanatçıları tebrik edenler bile oldu. Bu insanlar, kendi dönemlerinde birçok hatalı, zararlı, kötü siyasi uygulamalar yapmış dahi olsalar, vatandaşların onları anarken bir yandan da gülümsüyor olmalarını mizahçılara, Levent Kırca'nın Olacak O Kadar'ına, Zeki - Metin ikilisinin Devekuşu Kabare'sine, Müjdat Gezen'e vs. borçlular. Onlar bir yandan mizah yoluyla ülke siyasetini eleştirirken, aynı zamanda siyasilerin vatandaşların zihinlerinde yer eden profillerini yumuşatıyorlardı: Özal'ın "Tonton", Demirel'in "Şapkamı alır da giderim", Erbakan'ın "Kadayıfın altı kızardı mı?" olarak hala zihinlere yansıması bu yüzdendir. En çok nefret kazanmış Kenan Evren'in bile "Netekim Paşa" olarak insanları gülümseten bir yönü bulunur. Tüm bunlar mizahçilar sayesindedir.

Cumhurbaşkanı ileride ne ile anılacak? En hafifinden "Uzun" lakabı ile... Kendisi ile şaka yapılmasına, karikatürlerinin çizilmesine, skeçlerde canlandırılmasına izin verseydi eğer, çok daha başka şekilde hafızalara kazınacaktı. Gülümseten bir tarafı da olacaktı. Ama maalesef fanatikleri hariç, herkes onu korkutan bir figür olarak anacak maalesef…

















12 Ekim 2015 Pazartesi

Filler tepişir, çimenler ezilir

10 Ekim 2015 tarihinde Ankara Garı’nda vuku bulan elim olay için herkes kendi meşrebince daha olay taptazeyken, ilk dakikaların içinde "Olayın faili PKK (HDP) ya da AKP (İŞİD)" diye tepki verip, sorumluyu "şıp" (!) diye buldu. Bundan önceki benzer olaylar, uzunca bir süredir insanların kafasında iki temel şüphe oluşturmuştu: 1. “RTE 400 milletvekili verildiği takdirde, ülkenin huzura kavuşacağını söylüyor, demek ki sorumlusu odur” 2. “HDP seçmeninin yoğunlukla katıldığı mitinglerde patlayan her bomba onların mağdur olup, oy arttırmasına yarar. Demek ki sorumlu PKK”… Birbirine taban tabana zıt görünen hatta birbirleri ile “düşman” sayılan bu iki kesim “olağan şüpheliler” sınıfına çoktan sokulmuştu bile…


Peki, şüpheliliği bu kadar sıradan, olağan hale gelmiş legal ya da illegal yapıların en tepedeki yöneticileri, suçlarının hemen tespit edileceğini bile bile böyle bir eylemi yaparlar mı? Tüm hamlelerinin herkesçe öngörüleceği bir satranç oyununa girişirler mi? Koskoca örgütleri, kuruluşları yöneten bu adamlar, böyle bir stratejik hatayı yapacak kadar “saf”  olabilirler mi?

Her terör eylemi sonunda haklı olarak herkes birbirine şunu soruyor: “Bu iş kim(ler)e yarar?” Ama kendi kendilerine verdikleri cevaplar da aynı, hep bu iki “zıt” odak… Bu odaklardan hangisine yakınsa karşısındakini suçlar nitelikte, işte bu kadar basit düşünülüyor. Ama son birkaç yüzyıldır dünya üzerinde hüküm süren devletler, antik kabile devletleri, basit yapılar değil. Hem kendi içlerinde, hem ülke dışında çok fazla çıkar güden komplike ülkeler ve bunların arasındaki en gelişmiş olanları (genelde Batı bloku) son birkaç yüz yıldır birçok ülkeyi çeşitli şekillerde sömürüyor.  İmparatorlukların yıkıldığı son yüz yıllık süreçte ortaya çıkan ulus devletlerin hemen hepsinin sloganları ve üzerine kurduklarını iddia ettikleri sistemler “demokrasi, insan hakları, barış, hürriyet, adalet” vs. üzerine…

Ancak kazın ayağı hiç de göründüğü gibi olamadı maalesef. Başta enerji yolları olmak üzere, çıkarları bulunan ülkeleri on yıllardır bu sloganlarla sömürüyor hatta “Size demokrasi getiriyoruz” bahanesiyle işgal edip, parçalıyorlar. Bu ülkelerin içinde çeşitli çıkarlar üzerine anlaştıkları siyasetçi, bürokrat vs. önemli kademelerdeki kişileri önce kullanıp, işlerine yaramaz hale getirdiklerinde ya da arada anlaşmazlık çıktığında “deliğe” süpürebiliyorlar. Bu kişiler başta medya olmak üzere çeşitli algı operasyonlarıyla ya halk kahramanı, büyük lider, barış havarisi gibi gösteriliyor ya ada faşist diktatör veya terörist… Hepsi de en acımasız yöntemlerle “deliğe süpürülmüş” (!) Irak devrik lideri Saddam ve Libya devrik lideri Kaddafi bunlara sadece iki örnektir. Bu arada “yasal” istihbarat örgütlerinin önce kullanıp yararlandığı ve sonra “başıbozuk terörist” (!) ilan ettikleri kişileri de unutmayalım; Usame Bin Ladin en iyi örneklerden biridir.

İşte, bu tip kanlı eylemler kim(ler)in işine yarar? Çıkarları olan ülkeleri etnisite ya da din / mezhep üzerinden bölmeye, kaos yaratmaya çalışan tüm yapılara yarar. Halk genelde basit düşünmeye meyillidir, bu tip bilgilere “komplo teorisi” gözüyle bakar ancak iş işten geçtikten, amaçlara ulaşıldıktan, olayların arası iyice soğutulduktan sonra ülkeler “gizli” birtakım dosyalarını açarlar ya da emekli olmuş görevliler anılarını araştırmacı gazetecilere anlatırlar, aradan elli yıl falan da geçmiştir. O zaman görülür neyin ne olduğu… Ancak artık nesil değişmiş, hafızalar da balık cinsi olduğu için yaşanan her şey unutulmuştur. 12 Eylül 1980 darbesi öncesi yaşanan kargaşada sağ ve sol görüşten her gün yirmi, otuz kişi çıkan çatışmalarda öldürülüyor, kentler siyasi görüşe göre mahalle mahalle ayrılıyordu. Darbe yapıldıktan, istenen “ayar” sağlandıktan, olaylar soğuyup ortalık durulduktan sonra zıt kardeşler, azılı düşmanlar gibi görünen bu farklı siyasal örgütlerin perde gerisinde aynı merkezlerden yönetildiği gerçeğine varıldığını unutmayalım. İdealler uğruna, daha iyi bir ülke, barış, emek, kardeşlik uğruna ölen ve öldürülenler ise bu çıkar odaklarının kullanıp attığı piyonlardan başka bir şey olmadılar.

 Çok değil sadece 35 – 40 yıl öncesi bu kadar kolay unutulmuşken, yine benzer çıkarlar, hesaplar uğruna benzer bir filmin yeniden ortaya konması gayet kolaydır. Eskiden yaşanan bu kaos için herhangi bir vatandaşı çevirip soracak olsak, yine körü körüne bağlandığı siyasi partiye göre “faşist ülkücüler” ya da “azılı gomünist kızıllar” diyecektir. Hatta birçokları da “Kenan Paşa iyi ki darbe yaptı, halimiz haraptı” bile der… Bu kadar sığ ve tek boyutlu düşünen halkın burnu da pislikten çıkmaz.

Eskinin yöntemi, önce kaos yaratılıp ardından askeri darbe ile çıkar odaklarının yararına yeni düzen kurdurmaktı. Şimdinin yönteminde bu seçenek terk edilmiş gibi görünüyor. Ortadoğu’da son yıllarda uygulanan en bilindik operasyon, Irak örneğinde olduğu gibi, sonradan yalan olduğu açığa çıkarılacak bir takım bahanelerle hedef ülkede kaos yaratmak, “kurtarıcı” (!) pozisyonunda Nato güçlerinin hedef ülkeye konuşlanması, ülkenin bölünmesi ve Batı yararına yeni “kullanışlı” (!) liderlerin başa getirilmesidir.


Son yaşanan olayda er ya da geç bir “fail” bulunacak ve resmi makamlarca açıklanacaksa da, bu sadece gerçeğin bilinmesi gereken kısmı kadar olacaktır, yani buz dağının görünen yüzü… Yine protestolar, yine kendine daha düşman gördükleri kesimlere lanet okumalar, kısır döngü devam edip gidecek ne yazık ki. Ülkemizin bu durumu her gün ölüp ölüp diriltilen bir hasta gibi; ne tam bir iyi olma hali mevcut, ne de tümden batıyor. Tam iyi olma halini zamanında Atatürk “tam bağımsızlık” ilkesiyle yapmış, ancak kısa süren ömrünün hemen sonrasında her şey tepe taklak olmuş. Ya onun yaptığının benzeri bir “devrim” gerçekleşecek ya da toptan fişimizi çekeceğiz. Aksi durumda ise üstümüzde tepişen fillerin altındaki çimen olmaya devam edeceğiz.











8 Ekim 2015 Perşembe

Tonlarca ağırlıkta duygular

İnsanların hayatta kalmaları için olmazsa olmazları hava, su, yiyecek, uyumak, barınmak vs. Ama insanlar bu yaşamsal ihtiyaçları sağlar sağlamaz, diğer insanların üzerine "Var olma sebebimsin, hayatımın anlamısın, sensiz yaşayamam" tarzında hissiyatları kurarlar. Bu kişiler aşkları, çocukları, ana babaları ya da bazı dostları olabilir. Ama genelde aşklar ve çocuklar üzerine kuruludur.

Ancak bunların hayati ihtiyaç olarak algılanması, doğal kayıp olan ölüm haricinde, eninde sonunda aşırı yoğun duyguyu hisseden tarafın bunu yitirmesine veya karşıdaki insanın bu yoğunluktan başlangıçtaki zevki alamayıp bıkmasına sebep olur. Ya da her iki taraf da aynı seviyede fazla yoğun hissedişe, “sen olmazsan ben de olmam” moduna sahipse, zamanla her iki türden bitişi deneyimlerler. Yani genel olarak acı son kaçınılmaz, üzüntü garantidir. “Neden artık aynı şeyleri hissedemiyorum?” ya da “Niye artık beni eskisi gibi sevmiyor?” gibi sorular kafalarda döner.

Yaşamın içinde zaman zaman bu türden yoğun duyguları hissetmek gayet normaldir. Ama hayatın büyük bölümünü hatta tamamını kaplamaya başlamışsa, hem kişi açısından hem de ilişkide bulunduğu diğerleri açısından sorun var demektir. Hayatın tüm anlamını belli bir kişinin ya da kişilerin üzerine kurmak, sağlıksız bir duygu olan bağımlılığı yaratır. Tüm duygularının ağırlığını üzerine bindirdiği insan(lar), kendilerinden beklenenin azıcık ötesinde farklı davrandıklarında kişi dağılır, yıkıldığını hisseder. Tıpkı, tüm ağırlığını dengeli şekilde belli sayıda kolona değil de, bir tek kolona ya da bazı kolonlara aşırı şekilde bindirmiş yapıların yıkılması gibi…

Bizim topluma baktığınızda, insanların azımsanmayacak bir kısmının bu türden davrandığına şahit olursunuz. Aşırı yoğun duyguların insanlarıdırlar, bu şekilde olmayanlara “duygusuz” yaftası bile yapıştırabilirler. Belli başlı kişilere, özellikle eşlere, sevgililere, çocuklara hayatlarının tüm anlamını yüklerler ama aynı oranda onlardan beklentileri de fazla olur. Karşı taraf da genelde böyledir ancak zamanla insanlar birbirlerinin duygu yükleri altında ezilirler, yıpranırlar ve sevgiler nefrete dönüşür. Dengeli bir ruh hali asla sağlanmaz. Yaşanan her şey ne kadar güzel olursa olsun, aynı zamanda yoğun bir kaybetme endişesi de vardır. Birlikte geçirilen zamanların tam anlamıyla keyfine varılamaz, bir yandan mutluyken bir yandan da “acaba?” duygusu hüküm sürer ve zaten korkulan da er ya da geç başa gelir.

Oysa hayatı paylaştığımız bu özel kişil(er)e tüm anlamı yüklemek, yaşama sebebimizi on(lar)a bağlamak yerine, kendi hayatımızı merkez alıp, onları da bu hayata güzel tatlar katan, bizi mutlu edip geliştiren insanlar olarak baksak her şey çok daha farklı gelişecek. Bir yandan mutluymuş gibi hissederken, öte yandan “ya sonra?” endişesi taşımayacağız. Paylaştığımız anlar keyifle geçecek. Ve ilişkilerimiz de tüm ağırlığını belli kolonlara dengesizce bindirmiş bina gibi değil, uzun yıllar yıpranmadan ayakta kalan yapılar gibi olacak. Evet, bunu becerebilmek zor ancak imkansız değil…