28 Eylül 2013 Cumartesi

Secret ya da Çekim Yasası... Emin misiniz?

1990’ların başları… Şu “Secret, Çekim Yasası” tarzı kitaplarla ilk tanışıklığımdır, yirmi yıl kadar önce ve 20’li yaşlarımın başında iken… O sıralar “Kişisel gelişim” adı verilen bu tür ile tanışık olanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı.

Nasıl keşfettim ve niye büyük bir azim ve hırsla bu konulara daldım o sıralar? Çok gençtim, başarılı bir üniversite öğrencisiydim, hoş da bir genç kızdım. Ancak ikili ilişkiler konusunda çok şanssızdım.  Hiç erkek arkadaşım olmamıştı,  kendimce çekici bulmadığım iki-üç delikanlı dışında kimse benle ilgilenmemişti ve de en önemlisi, yakın arkadaş grubumdaki bir gence duygusal hisler beslememe rağmen, aynı türden bir karşılık göremiyordum. Bu yüzden de platonikti, açıkça belli edemiyordum hislerimi. Hoş, belli etsem, söylesem ne olacaktı ki? Büyük ihtimal beni sadece “arkadaş” olarak gördüğünü söyleyip, kibarca ret edecekti.  Çünkü o da hoşlansa, ufak ipuçları verirdi ki bundan eser yoktu. Açıkçası o yaşlarda bir insan için durumum çok ümitsizdi…

 Ama bu kitaplar, bu öğretiler ne diyordu? “Pozitif düşün, gerçekten iste, olmayacak korkusundan arın ve olsun!”. Ne şirin, ne sevimli değil mi? Hap gibi bir öğreti… Sanki elinize sihirli değnek geçiyor böyle düşününce ve hop diye istediğiniz oluveriyor. Ben de zaten duaların gücüne küçüklüğümden beri inan(dırıl)mışım, bir de bu yeni felsefe ile tanışınca daha bir mutlu oldum. Gayet ön yargısız ve saf halimle, genç, temiz dimağımla bu kitaplardan okuduğum öğretileri uygulamaya başladım.

Sabır ettim, aylarca pozitif düşünüp, kendi yarattığım mutluluk halinde gezindim, o pozitif enerjileri yolladım “Evren” e… Ama hiçbir nesnel adım atmak yok. Karşındakine makul şekilde açılmak yok. Bu açılmanın sonucunda, büyük ihtimal alacağın negatif cevaba psikolojini hazır etmek yok. Çünkü sürekli “pozitif” düşünüyorsun ya! Birkaç ay sonra ne oldu dersiniz? Delikanlı başka bir hatunla el ele çıkıp gelmesin mi! Oldu mu sana tam okkalısından bir “Secret” kazığı!..

Zaten daha sonra gruptan bir arkadaşın “Senin ona hisler beslediğini ne kadar saklamaya çalışsan da hepimiz anlamıştık. Onun da zaten seninkilere karşılık gelen duyguları yoktu.” demesiyle tüm gerçeği öğrenmiştim. Yani nesnel şekilde konuşup açılsam ve yanında da sürekli “Evren’e pozitif enerji göndersem” de olmayacaktı bu iş. “Görünen köy kılavuz istemez” tabiriyle, gayet anlaşılır bir durumu pozitife çevirmek adına, hiçbir yararı olmayan bir uygulamaya saplanıp durmuştum ne yazık ki.

O ilk hayal kırıklığından sonra, makul ve mantıklı adımlarla hayatı doğru yürütebileceğini anlaması gereken ben, artık evli barklı ve çocuklu bir kadın haline gelsem de ta 30’larımın ortalarına kadar zaman zaman bu tip algı çarpıtmalarına inandım ve uygulamaya çalıştım. Peki ne oldu? Ne olacak, her şey olacağına vardı… Hatta en pozitif halde olduğum faaliyetler çok negatif sonuçlandığı gibi, en negatif hislerle yaptığım şeyler çok pozitif sonuçlara vardı.  Değişken… Çünkü hayatın sorunları bu tip “hap formüller” ile çözülemiyor maalesef, insanın dışında olan tonla faktör var.

Nasıl ki genelde kaderci olan din sistemleri insan bir şeyi başaramadığı zaman kadere yorar, “kısmet” e bağlar, insanı sadece kaderin yönettiğini söylüyorsa, bu çekim yasası prensipleri de tam tersini iddia eder: Güç sendedir, eğer yapamadıysan yeterince “istemedin” demektir (!)Yani insan dışı faktörlerin ağırlığı çok az bu felsefeye göre. İki aşırı bakış açısı, ikisi de yanlış…

Siz istediğiniz kadar pozitif enerji saçın, adımlarınızı da buna göre atın, “eyleme” geçin ama size uygun olmayan, sizi istemeyen bir kişiyi kendinize çekemezsiniz. Ancak onunla uygun diyaloga girerseniz, onun etkileyici bulduğu tipi kendinize uydurabilirseniz ve ikna tekniklerini iyi bilirseniz –bunlar da psikolojik tekniklerdir- başarma olasılığınız artar sadece.  O da başarabilirseniz tabii…

Pozitif enerji uygulanan eylemlerle parayı, kariyeri, maddi imkanları da yüzde yüz çekemezsiniz. Dünya üzerindeki para ve kaynak sınırlıdır. Bu tip felsefelerdeki en büyük yanlış, dünyadaki kaynakların sınırsız olduğuna dair iddiasıdır. Her insanın beklentisinin farklı olduğundan dem vururlar ve bu beklentileri raflara dizilmiş ürün gibi gösterirler. Aslında çoğu insanın beklentisi o kadar da farklı değildir: Aşk, iş/kariyer, para ve insan ilişkilerinde başarıdır. Bir kişiyi istersiniz –benim başta örneklediğim gibi- ama o kişiyi muhtemelen birçok kişi de istemektedir. Bir mevkiye talipsinizdir, muhtemelen o mevkiye talip onlarca, yüzlerce, binlerce kişi vardır.

KPSS, SBS, ÖYS gibi sınavlara yüz binler, milyonlar katılıyor. Hemen hepsinin hedefi en iyi okulları ve mevkileri kazanmak… Muhtemelen çoğu da son yirmi yılda iyice popülerleşen Secret felsefesini biliyorlar ve “yürekten” istiyorlar. Hemen hepsi etkin şekilde çalışıyor, dershanelere gidiyorlar. “Başaracaksın” denerek psikolojik olarak destekleniyorlar. Ama sonuçta kısıtlı sayıdaki iyi okula en zeki, etkin çalışmış ve sınav heyecanını yenmiş olanlar giriyor. Geride ise girenlerden çok daha fazla sayıda öğrenci, sadece küsüratlık puan farklarıyla kaybetmiş, psikolojik olarak desteklenmiş ve pozitif düşünmüş halleriyle kala kalıyor.

Secret felsefesine göre çok korkunca başına geliyormuş, tüm korkularından arınınca da artık hiçbir negatif şey sana zarar vermezmiş (!) Peki bu mantığa dayanırsak, sadece ansiklopedilerde gördüğü balta girmemiş Amazon ormanlarında yaşayan, bacak aralığı yirmi santimi bulan tarantulalardan korkan, bunu takıntı yapmış bir kişi –anakrofobik- yaşadığı şehirde bu hayvanla karşılaşır mı? Peki ya yerli yersiz ölüm korkusu ile yaşayanlar, bunu takıntı haline getirenler… Patır patır ölüyorlar mı? Ya da tam tersi, hayat dolu, pozitif karakterli, ölümü aklının ucundan dahi geçirmeyen insanlar, son derece sağlıklı şekilde ya da hiçbir ölümcül kazaya uğramaksızın 90’larına, 100’lerine kadar yaşıyorlar mı? Var mı bunun bir garantisi ya da istatistiği? Son derece sağlam psikolojisi olan, korkusuz ve savaş tekniklerini de çok iyi bilen askerler, vızır vızır kurşunların, ateşlerin yağdığı cephelerde hiç mi yara almadılar, ölmediler? Çekim yasası eğer iddia edildiği gibi “evrensel “ bir yasa ise, tüm bunların kesin cevapları olması gerekir. Ama ne yazık ki yok…

Eğer bir şeyden mantıklı bir sebeple korkuyorsanız, onda tehlikeler görmüşseniz ya da tehlikeyi, yanlış giden bir şeyleri hissediyorsanız, onun gerçekten korkulacak, çekinilecek bir yanı vardır ve önlem almazsanız başınıza büyük olasılıkla da gelir. Bu, bir insanla olan ilişkiniz de olabilir, kaza tehlikesi de, işyerindeki durumunuz da. Siz korktunuz diye değil, tamamen anlamlı nedenlerle başınıza gelir bu şeyler.

Ya da bir insan veya bir durum hakkında iyi ipuçları yakaladıysanız, o kişi ve durumla ilgili nesnel iyi şeyler gördü ve yaşadıysanız, bununla alakalı iyi hislere sahip olur, pozitif düşünmeye başlarsınız ve muhtemelen de durum sizin için pozitif bir hal alır, “hayırlı” olur. Siz o durumu “olumladınız” ve pozitif düşündünüz diye değil, bizzat durumun ya da kişinin kendisi pozitif olduğu için.

Peki her durum katı mantık ile mi izah edilir? Hayır… Mantık beynin korteksi ile alakalı. Beynimizi kaplayan beyin zarı, yani üst beyin… Çevremizi bilinç açıkken algıladığımız, iyi-kötü, güzel-çirkin, eğri-doğru, pis-temiz ne varsa doğrudan gözleyebildiğimiz ve yorumladığımız kısım… Bu bize mantıksal veriler sağlıyor, görüp duyduğumuz, koklayıp dokunduğumuz ve buna göre dünyayı  yorumladığımız girdileri.  

Peki sezgiler yok mu? Elbette var… Ama bunlar Secret felsefesinin “spritüel titreşim” tanımlı hisleri değil. Tamamen beynin derinlikleriyle, “alt beyin” denen kısmı ile alakalı ve insana da oldukça doğru veri sağlayan hisler. Çünkü alt beyin tüm beynin yüzde 72’lik geniş kısmını kapsıyor, buzdağının görünmeyen kısmı ve insanoğlu var oluşundan beri atalarının edindiği her bilgiyi depolayıp yeni nesillere aktarıyor. Hepimiz bu “bilgi” ile doğuyoruz, sinirsel yollarla da bu bilgiye temas ettiğimiz anda doğru şeyler seziyor, doğru adımlar atıyoruz. Yani hayatımıza bu yolla “pozitif” olanı çekiyoruz.

Örneğin “ilk izlenim” denen şey: Birisi ile tanışırsınız, müthiş görünür, harika konuşur, çok karizmatiktir ama yok… Eksik ve yanlış bir şeyler vardır o kişide. Ya da bir durumla karşılaşırsınız ki çok mükemmel gibi görünse de içinizi bir kurt kemirir adeta… İşte bunu alt beyninizle kavrar ve hissedersiniz. O ilk anlardaki hissedişiniz de büyük olasılıkla doğru çıkar. Veya tam tersi, çok berbat görünen birileri ya da bir şeylerin aslında çok iyi olduğunu sezersiniz.

Ya da bir rüya görürsünüz ve gördüğünüz şey gerçekleşir… Günlük telaşlarımız, kuruntu ya da sevinçlerimizle alakalı değil, çok daha “derin”, alt beyinsel bir rüyadır bu ve haklarında tam nesnel verilere sahip olmadığınız kişi ve durumlar hakkındaki gerçekleri, alt beyinin geniş bilgisinden yararlanarak sezmiş olursunuz yine. Yani gerçekliği siz yaratmazsınız, var olan gerçekliği bu şekilde “görmüş” olursunuz.  Yaşamınızda “mucizeler” yaratmıyorsunuz, sadece hayatta olan bitenin ve doğru seçeneklerin neler olduğunu daha net görmüş olup, ona göre daha doğru adımlar atıyorsunuz. Pozitif olanı bu şekilde çekiyorsunuz.

Son olarak… Evet, negatif düşünmemeliyiz. Yani içimizdeki strese bağlı gerginlikleri, takıntılı menfi düşünceleri olabildiğince bir kenara bırakmalıyız. Ama negatif şeyleri kendimize çekeceğimizden değil, stres kaynaklı hastalıklar ve başarısızlıklarla karşılaşmamamız için. Bir insan negatif düşünceyi abartırsa stres topuna döner, metabolizması bozulur ve kalp-damar, kanser gibi hastalıklara kolayca yakalanır. İşte “Negatif düşündü ve hastalıkları çekti” olayı da budur aslında…


Bir şey olacağı varsa oluyor zaten, bizim çabamız olayı belki biraz daha hızlandırmak, hepsi bu. İnsanların zaaflarını, hırslarını ve özlemlerini hedef alıp, büyük bir kitap/seminer/film sektörü yaratarak insanları maddi manevi sömüren, algılarını çarpıtan zihniyetten uzak, gerçeklikle bağını koparmamış yaşam diliyorum herkese...








Tersine dünya

Bir şekilde dünyadaki alışıldık düzen ters yüz olsa, sistem çöküp yenisi inşa edilse, "tersine dünya" yaratılsa -1994 yılında çekilmiş bir Türk filmi olan “Tersine Dünya” yı hatırlayınız ya da araştırınız- veya paralel evrene ışınlanılsa ve şuna vakıf olunsa mesela :


“Enerjisi yüksek ve gönlü geniş hatunlar –tabii ki mevcut düzende midesi geniş sıfatı yapıştırılır- dört tane erkekle nikah kıyabilme hakkına sahip olabilsinler. Ama kimse kimseye ev bark olarak, maddi anlamda yük olmayıp, herkes kendi evinin geçimini sağlasın. Düzenli aralıklarla birbirlerinin evinde buluşsunlar. Kadın, her bir eşi ile ayrı ayrı sosyal hayat kurabilsin, aile, akraba, arkadaş ziyaretinde bulunabilsin, tatile çıkabilsin... Gizli kapaklılık olmasın... Burada dört sayısı, başta İslam dini olmak üzere, ataerkil düzenin erkeğe verdiği hakka karşı geliyor bir şekilde. Yani resmi ya da gayrı resmi olmak üzere çok kadınla olabilme hakkına…  Bu sayı tabii ki azaltılabilir ya da çoğaltılabilir.

 Erkekler kadına eş olacak ama asla “tam bağımlı” olmayacaklar. Eğer isterlerse başka ilişkilere de kapı açabilecekler, kendi ayrı özel hayatları olacak. Hesap verme durumu yok. Ama eşleri olan hatunu da hiçbiri ihmal etmeyecekler, aralarında bir düzen olacak. Ancak hatunun da bir kısıtı var ki sadece birbirini bilen eşleri ile beraber olacak, gizli kapaklı başkaları ile görüşmeyecek. Esasında bir yerde gayet adilce, erkekler hayatlarının kısıtlı zamanlarında o tek eşi görebilirken, diğer zamanlarında yalnız kalacaklar. Evren boşluk kaldırmaz prensibi işleyecek ve başkalarına meyil edecekler. İşte bu durum yasakla sınırlandırılmayacak erkekler için. Kadının ise hayatını zaten birden fazla eşi kaplayacak, bir de bunun yanında başkaları, birazcık açgözlülük gibi olur, değil mi?

 Çoluk çocuk istiyorlarsa eğer, tabii kadın da yeterince gençse, biri ile korunmasız, diğerleri ile korunmalı beraber olacak ve babası belli bebeği doğurarak kendi soy adını verecek çocuğa. Kadın yine esas olarak kendi bakacak bebeğe ama babası da yardım edebilecek, kısmen destek olabilecek. Daha sonraki yıllarda diğer babalardan da aynı metotla çocuk yapabilir.”


İşte böyle…

 Gerçi mevcut düzende yaygın model tek eşlilik,  yani bir erkek – bir kadın beraberliğidir. Ama bu sadece “resmi” olarak geçerli… Gelenekler ve çeşitli din sistemleri her zaman için erkeğin birden fazla kadınla beraberliğine göz yumar, hoş görür. Tersi hoş görülmez ve daima gizli kapaklı yaşanması gerekir. Bu yüzden mevcut dünyada erkek çok eşliliği geçerli diyebiliriz.

Yukarıda çizilen model de, mevcut düzenin “tam tersi” değil esasında. Neden? Tam tersi olsa, dört erkek eşin kadına karşı gıkının çıkmaması, asla ve asla başka kadınlarla görüşmemesi ve kadının eşlerini geçindirmesi, madden ve ev olarak kadına bağlı olmaları gerekirdi. Kadın da “ev reisi” olurdu. Ama böyle bir şey yok, herkesin şahsi sınırları var, kişilerin birbirlerine açtıkları özgür alanlar var, bağımsızlık var ve çok daha dengeli. Ve erkek çok eşliliğinde nüfus logaritmik artışla aşırı derecede artmaktayken, tersindeyse artış miktarı dengelenecek, hatta belki de azalmaya başlayacaktır. Dünyayı en fazla istila etmiş ve doğanın hızlı tahribatında bir numaralı sebep olan insan nüfusunun artış hızına bir “dur” demek, hatta daha da azaltmak gerekir doğrusu.

Şimdi hayali bir sistem olan bu modele, çoğu insan “Vay başımıza taşlar yağacak!” şeklinde tepki verebilir. Haklılar aslında, on binlerce yılın düzeninin tersine dönüvermesi ilk bakışta ürkütücü gelebilir. Ancak mevcut sistemde, yaşadığımız dünyada gökten çiçekler, gül suları yağmıyor ki. Hiçbir zaman da yağmadı, hep huzursuzluk hakim oldu, sürekli bir savaş hali yaşanıyor, açık ya da gizli… İnsanlar huzursuz, hep kavgalı…


İnsanlar arası ilişkilerin temelini oluşturan şey kadın-erkek ilişkisi ve aile düzeni. Hal böyle olunca da insan “Acaba tersine olsa ne olurdu?” diye düşünmeden edemiyor. Kim bilir, belki çok da bir şey değişmezdi. İnsanın kendisi kendiyle kavgalı çünkü…







22 Eylül 2013 Pazar

Kürt halkı içinde demokrasi ve eşitliğin durumu

Ahmet Hakan, 1 Kasım 2012’de şöyle bir yazı yayınlamıştı köşesinde:


Şimdi ölüm oruçları meselesini bir kenara koyalım, ayrı konu... Ancak bu yazı, benim sade vatandaş olarak aklıma takılan bazı soruları tekrar hatırlamama vesile oldu. Yüzlerce yıllık bir mesele hakkındaki soruları…

Yazıda değinilen o kebaplar, ister yazın bir düğünde yenmiş olsun, ister açlık grevlerinin olduğu o zamanlarda yenmiş olsun. Zaman fark etmiyor...

O kebaplar,  Ahmet Türk'ün "Kasrı Kanco" denilen asırlık konağında yeniyor. Yani "ağa torunu" Ahmet Türk'ün dededen kalma zengin konağında.

O düğüne Ahmet Hakan'ı götüren de yine bir ağa oğlu Sırrı Sakık… Çok güzel yerlerde eğitim görmüş, şanslı biri. Şansında gözümüz yok. İyi ki cahil kalmamış. Çünkü bu ülkeye eğitimli adam lazım. Kürt, Türk fark etmez... Tüm belaların hızla yayılmasının sebebidir cahillik. Herkes, her yönden eğitimli ve bilinçli olmalı.

De... Kürt halkının ezici çoğunluğu yüzyıllardır fakirlikten sürünmekteyken bu ağalar beyler hala niye hükümranlıklarını sürdürmektedir? Bu halkın içindeki uçurum niye kapanmaz da sürekli artar? Bu halk yalın ayak başı kabak gezerken, ağa takımı, bey takımı, hala nasıl aynı rahatlıkla dolarların havalarda uçuştuğu, geline takılan altınların ağırlığından gelinin ezildiği, kebapların, kuzu çevirmelerin tıka basa yendiği düğünleri  yapabilirler?

Kürt halkı hala niye tek anadan onar onar  şekilde çoğalmakta, fakirliği sürdürmekte, devletin ve yardımsever halkın desteklerine, elektrik dahil her şeyin kaçağına, kaçakçılık gibi onur kırıcı işlere muhtaç kalmaktadır? Niye kendi kökeninden, soyundan, kanından Kürt ağalarının kapısında marabalık yapmaktadırlar?

Fakirlik Anadolu’nın dört bir yanını sarmış, soya sopa, dine mezhebe, etnik kökene bakmamaktadır aslında. Yardımlar ve kaçak işlere göz yummalar ülkenin bu bölgesine “pozitif ayrımcılık” şeklinde akmaktadır. Anadolu’nun dört bir yanında evini geçindirmekten beli bükülmüş vatandaş, zamlı elektrik borcunu haraç öder gibi devlete öderken, bir de ülkenin güneydoğu bölgesindeki kaçak payının haracını ödemektedir. Yazık…

Ama bu halk kendisine sürekli geçilen bu kıyakçılığı görmez, işine gelince de "Bizleri T.C. ezip, sömürüyor” der. Aslında haklılar bir yerde…  Devletin başına gelen tüm hükümetler, nüfus artış hızı yüksek olan bu halkı oy deposu olarak görmüştür. Özellikle gelişmesini istememiştir…  Sadece yardımlarla ayakta kalması işine gelmiştir. Çünkü gelişen halk, bilinçli halk demektir. O Kürt ağaları, beyleri ve din sömürücüsü şeyhleri, mollaları çeşitli partilerden milletvekili oldular yıllarca. Sürekli güçlerine güç kattılar…

Hadi eskiden iletişim yolları bu kadar yoğun değildi. 80’lerin ortalarında yolu, elektriği, iletişimi, evlerde televizyonu olmayan çok yerleşim yeri vardı. Her tür yalan propogandaya kanmak mümkündü. Ancak on yıldır en ücra köşede bile internetle dünyaya erişilebiliniyor ve en az yirmi yıldır televizyon izlenebiliyor. Akın akın kitap gönderiliyor bölgeye, vatandaşların bağışları sayesinde. "Sizi T.C. sömürüyor" propogandalarına hala niye kanar bu Kürt halkı ya da kanmak ister? O başlarındaki, kul köle oldukları ağalarını göremiyorlar mı hala? Ya da o nüfuzlu ağalara karşı gelmek zor mu geliyor biraz?

Gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin de işine geliyor bu durum. Yaptıkları şey “PKK terör örgütüne şiddetle karşı gelmek” rolü sadece. Tabii bu da geçmişte kaldı, şimdi devir PKK ile anlaşma devri. Esasen hepsinin isteği ortak: Bu halk bize karşı uyanmasın. Hırsını acısını kaşıntısını ülkenin diğer masum vatandaşlarından çıkarsın. Molotoflarla otobüslerde liseli kızları yaksın –Serap olayı- Kurtlarını böyle döksün. Bir süredir hükümetle PKK arasındaki “barış süreci” devam ettiği için terör durmuş gibi görünüyor ama bu “cehalet bataklığı” kurutulmadıkça, her zaman için şiddetin tekrardan hortlaması mümkün.

Yüzyıllar geçti toprak reformu yapılmadı. Toprak köylünün değil, köylü ağasının kapısında kul köle. Ama şikayeti yok, kulluğa alışmış, biat etmeye alışmış. Kadın erkeğine köle, erkek ağasına köle, şeyhine, mollasına köle…


BDP'li Amazon kadın milletvekilleri, Kürt kadınlarına töre adı altında yapılan insanlık dışı uygulamalara bir son vermeyi, sorunun çözümü için sosyal projeler düzenlemeyi hiç mi düşünmez? Kürt halkı içinden erkekler, yine kendi halkından kadınları yüzyıllardır ensest, bebe yaştayken dedelerle evlendirme, okutmama, berdel, bir erkekle bakıştı ve konuştu diye katletme ve intiharlarla perişan etmekte. Kan davası, başlık parası, aile meclisi toplantısı ile genç bir kıza ölüm hükmü verme…  Kürt kadınlarının onurlarını ve haklarını kurtarma, onları insanca yaşar bir seviyeye getirmek için BDP’li kadın milletvekillerinin bir tane bile projesi yok mu? Bir halk önce kendi içinde özeleştiri yapmalıdır, eğer derdi “demokrasi, hak, eşitlik” ise…






Kadınlar aldatmaz değil, "anlatmaz" varlıklardır

Siz hiçbir annenin –ya da bir babanın-, kızı henüz küçükken ona “Aman da benim kızım büyüyecek, çok canlar yakacak, herkesi peşinden koşturacak, bir sürü erkeğin kalbini çalacak, onları tavlayıp gezecek, eğlenecek” dediğini duydunuz mu?  Büyük ihtimal hiçbir aileden böyle bir cümleyi duymadınız. Duysanız sanırım bir gariplik var bunlarda diye düşünmeden alamazdınız kendinizi.

Çünkü ortalama, geleneksel tüm aileler, söz birliği etmişçesine kızlarının birer namus abidesi gibi serpilip büyüyeceğini, o “başka” kızlara benzemeden erkeklerle mesafeli olacaklarını ve günün birinde karşısına “hayırlı kısmet” çıkınca evlerinden telli duvaklı gelin olarak ayrılacağını düşlerler. Aile yapısı modernleştikçe, bir de buna kızlarının ekonomik olarak bağımsızlığını elde etmesi eklenir. Ama iş cinsel özgürlüğe gelince, değil lafının edilmesi, akıllarının köşesinden bile geçirmeye korkarlar.

Oğullar söz konusu olunca bu olay tam tersine döner. Anne ve baba oğulları küçükken “Amanın da bizim paşa oğlumuz pek yakışıklı, çok canlar yakacak, çok kızı kendine aşık edecek, sürü ile kız arkadaşı olacak.” diye sayar dururlar. Oğlan da böyle aval aval bakarak dinler onları… Bu düşünceye sahip olmayan tek aile tipi sanırım dinsel açıdan çok katı, herhangi bir cemaate üye ailelerdir. Onlar da zaten nikahla çok eş alabilecek kadar güçlü olmasını isterler biricik oğulcuklarının.

Tabii zaman geçer, oğullar/kızlar büyür ve doğa kanunları işler. Erkekler –eğer bulabiliyor, tavlayabiliyorlarsa- kız arkadaşlarını rahat rahat annelerine anlatırlar. İsterlerse tanıştırabilirler. Tabii ki sadece “ciddi” düşündükleri  tipten olanları. Hangi tip kızlar ciddi düşünülür, onu zaten yazmaya bile gerek yok. Ayrı bir yazı konusu da ondan çıkar çünkü.

Valide hanım,  anaçlığı şişkin bir kadın ise, -ki ülkemizde genelde görülen anne tipidir- zaten doğumundan beri oğulcuğunun üzerine titremekte, onu adeta sevgilisi gibi görmektedir . Oğlunun anlattığı ve/veya tanıştırdığı müstakbel gelin adayları beğenmediği tiplerse,  valide hanımın gözüne “çirkin” ya da “yollu” gibi gözükmüşlerse, oğulcuğun vay halinedir. İlişki derhal bozulur. Ana kuzucukları, anaç anneciklerinin lafından asla çıkamazlar pek tabii... Biraz daha makul anneler ise oğullarına müspet ya da menfi görüşlerini bildirirler sadece, gerisine karışmazlar. O “erkek” tir çünkü...

Oğlan babaları hoş sohbet, kafa adamlarsa bu kız arkadaşlar babalara da anlatılır. Ama daha ziyade “takılmalık” olanları. Babadan tavsiyeler dinlenir. Çapkınlıkla ilgili tüyolar alınır. Babalar da bekarlık günlerinin özlemi ile seve seve taktikler verir, bir yandan “Ah ben de genç olaydım şimdi.” diye düşünürken bir yandan da “Oğlumuz erkek olmuş ta çapkınlık yaparmış.” diye sevinirler.

E tabii bu doğa kanunları sadece erkeklere işlemez. Kızlara da işler… Toplumun ve ailenin tutumunu doğru okuyan akıllı kızlar öyle her yedikleri naneyi koşup annelerine anlatmazlar. Neden anlatıp ta kendi kendilerini sabote etsinler ki… Elbette erkek arkadaşlarını, onlarla neler yaşadıklarını, ne tür yaramazlıklar(!) yaptıklarını anlatacak birileri vardır. Onlar da yakın arkadaşlar, kankalardır.

Az sayıda bir kesim dışındaki erkekler,  analarına, babalarına, arkadaşlarına ve neredeyse herkese davul zurna ile kız arkadaş skorunu duyurma telaşındayken, kızlar bunu sadece güven duydukları bir çevre ile kısıtlarlar. Aileler ise “ciddi” bir erkek arkadaş olmadıkça, kesinlikle anlatmak için güvenli bir çevre değildir. Kızın gözünde ciddi sayılacak erkeklerin ne türden olduklarını yine yazmama gerek yok. Bilinen şeyler…

Aile ortalamaya göre biraz daha modernse, kızlar annelere de ilişkilerini anlatırlar. Ama annelerinden genelde “Aman kızım ite kopuğa bulaşma, efendi birilerini bul.” “Göster ama elletme.” “Biz sana güveniyoruz ama çevreye güvenmiyoruz.” “Baban duymazsa iyi olur.” nasihatlerini alırlar. Tahmin edeceğiniz üzere, kızın erkekle yaşadığı cinsellik dolu ayrıntılar bu anlatımın dışındadır. Bu tarz ayrıntıların paylaşıldığı ortamlar o güvenli arkadaş grubudur. Bazen akrabadan ya da mahalleden “görmüş geçirmiş” ve anlayışlı bir abla da bu gruba dahil olur.

Modern dahi olsa erkek arkadaşlar babaya duyurulmamaya çalışılır. Eğer ailede bir de abi(ler) varsa, aynı tutum onlara da gösterilir. Çünkü onlar erkek oldukları için erkeklerin neler düşündüklerini bilirler. Ama babalar kızlarının neler düşündüğünü bilmezler. Sorun da oradadır zaten. Hep erkeklerin pis, kötü, yaramaz olduğunu kabul eder, ancak biricik prenses kızının aklından asla yaramazlık(!) geçemeyeceği sanrısı ile yaşarlar. Kızı kötü bir şeyler (!) yaptı ise hep o serseri oğlanlar yüzündendir. O yüzden asla erkek arkadaşla çıkıldığı duyurulmaz. Çıkılsa bile “Ayşe-Fatma-Merve’lere ders çalışılmaya”(!) gidiliyordur. O yüzden en akıllıca tutum, ancak ve ancak “evlenilecek” erkeği babaya göstermektir.

Bir şekilde yaşadığı ilişkileri gizleme başarısı gösteremeyen kızlar, genelde aile ile papaz olurlar. Evde kavga gürültü eksik olmaz. “Biz seni böyle mi yetiştirdik!” “Yazıklar olsun!” “Ele güne rezil ettin!” “Evleneceksiniz değil mi?” lafları havada uçuşur. Tabii bir kesim ailede uçuşan sadece laflar değil, tekme tokat ta olur. Yıllar önce, sırf komşusunun oğlu ile konuşuyor diye odaya kapatılıp feci şekilde dövülen arkadaşımın halini asla unutmam. Bu olay, İstanbul’un göbeğinde “ortalama” bir ailede cereyan etmiştir. Anadolu’yu, Doğu’yu, varoşları, töre uygulamalarını es geçiyorum.

Toplumun, ailelerin kız ve erkek cinsleri üzerindeki ikiyüzlü tutumlarından ötürü, kızlar yalana, gizliliğe, saman altından su yürütmeye meyilli kişiler haline gelmiştir. Bu tip davranışların doğruluğu ya da yanlışlığı, ayrı bir başlıkta tartışılacak konudur.

Genç kızlar yetişkin birer kadın olduklarında, eş ya da sevgililerini aldatacak olurlarsa –aldatmak fiilinin doğruluğu/yanlışlığı tartışma dışındadır- zamanında ailelerine karşı geliştirdikleri metodu uygularlar: Anlatmazlar… İşin sırrı gizliliktedir. Gizlilik ihlal edildiğinde, başlarına en hafifinden en ağırına neler gelebileceğinin bilincindedirler. Toplum, erkeklere tanıdığı hoşgörüyü asla kadına tanımaz.


Kısacası kadınlar aldatmaz değil, “anlatmaz” varlıklardır…







15 Eylül 2013 Pazar

Ben onu adam/kadın ederim!

"Bi çocuk buldum. Evlencem... Bazı uygunsuz halleri var ammaa... Ben onu adam ederiimm!"

"Bir hatun buldum tam bana layık. Ama erkekliği elden bırakmamak, yuları kaptırmamak lazım. Ben onu kadına dönüştürrümm evelallahh!"


İşte tipik alaturka yurdum insanı söylemleri... Dünyada da tabii ki var örnekleri ama genelde bizim gibi toplumlara özgüdür, daha yaygındır.

Böylelerine diyeceğim şey şu "İşin gücün mü yok arkadaşım? Enerjin tavan mı yaptı? Çok mu boşta kaldın? Rahat mı battı?"

Dünyaya yalnız geldin, yalnız öleceksin... Bunu kabul edemiyorsun, yalnızlıktan korkuyorsun. Bu korku herkeste var, hepimizde var... İlla ki birine hayat boyu ya da uzunca süre eklemlenip, onu kendi rahatın için -ve tabii karşı tarafın da iyiliğini, rahatlığını düşündüğünden dolayı-  öyle ya da böyle, şu ya da bu metotla "yontmaya" mı kalkışacaksın? Bu mudur yani?


Yahu Gepetto usta bile kendi yarattığı Pinokyo'yu tam istediği gibi yontamadı. Sen ne uğraşıp durmaktasın şu sınırları belli hayatta...





Değer bilmezlik sorunsalı

Hani sık sık sohbet konusu yapılır şu "değerini bilmek" meselesi: "Kadir kıymet bilir adamdır.", "Değerimi hiç bilemedi." "Allah değer bilenlerle karşılaştırsın." "Niye değerimizi anlayabilenlere rastlayamıyoruz?" diye sürekli konuşur durur insanlar, özellikle de kadınlar...

Şimdi bir "Neye göre, kime göre?" sorusu vardır ya çok bilinen, kullanılan. İşte bu "değer" de kime ve neye göredir?

İnsanların ortak değerleri vardır: Evrensel değerler... Nedir bunlar? Dürüst olmak, yalan söylememek, kırıcı olmamak, dedikodu-gıybet yapmamak, yardımsever olmak, aldatmamak vs...Yani kendinden başkalarını da düşünebilmek, onlara zarar vermemek, kısacası...

Bu evrensel değerler çok dile dolanır, çok arzulanır ama toplum bunları yerine genelde getiremez. Artık "insan fıtratı" falan mı desek, ne desek bilmiyorum ama herhalde egosu ağır basıyor olacak ki tüm bu empati gerektiren erdemli davranışları çoğunlukla yapamaz. Ama talep eder...

Bir de bu evrensel değerlerin üzerine her toplumun kendine has değerlerini koyarsak bir sürü kıstas giriyor bir insanın "değerini biçmek" için. Mesela bizim insanlar kadının bacak arası namusunu değer olarak kabul eder. Kadın dünyanın en şirin insanı olsun, en yardımsever, arkadaş canlısı vs. insanı olsun, bir bekaret problemi varsa değeri hemen "yaralanır". Erkekte de "para" bir nolu beklentidir, tam aksi iddia edilse de... Nasıl kadının bacak arasında delik büyürse değeri düşer, erkeğin de cebindeki delik büyürse değeri düşer. Acı gerçektir...

Öncelikle ilişkilerde taraflar neleri değer olarak seçmiş, onu görmek lazım. Ayrıca değer olarak seçtikleri şeyleri kendileri de uyguluyorlar mı, iş sonuçta buna geliyor çünkü. Her şey için talebi var ama karşıdan talep ettiklerini kendisi arz edemez insanlar dolanıyor her yerde...

Bir de kafalar karışık... Herkesin... Ne istediğini bilememe, bir vakit kesin hatlarla belli bir şeye değer verdiğini söylerken, başka vakit bundan çark etme ya da önemsememe halleri var. Algıların ayarları ile oynanmış...

Siz istediğiniz kadar "melek" olun, karşıdaki algılayamıyorsa olay kopuyor zaten. Karşıdaki adam belki bir süre bunu algılıyor, "değerinizi" biliyor, ona göre davranıyor ama bir süre sonra o değer algılanamıyor, "iyiliğin batması" hali yaşanıyor ve çekişme başlıyor.

Kadınların beklentileri önce minimumlardan başlıyor ve zaman geçtikçe büyüyor da büyüyor, yumak oluyor, erkekte psikolojik baskı oluşuyor. Zaten hayat zor, erkekler para kazanırken sistemle savaş halinde, kadının artan beklentilerini karşılarken psikolojik ve ekonomik iflas bayraklarını çekiyorlar.


Zihinler derinden eğitilmedikçe, değerli olmak da zor, değerinin bilinmesi de zor...











10 Eylül 2013 Salı

Ruhlardan çıkmayan kir "Kibir"

Şeytan’ın Avukatı filminde, “Şeytan” rolünde oynayan Al Pacino’nun film sonunda unutulmaz bir repliği vardır:

“Kibir, en sevdiğim günahtır” der… Haklıdır da…


Olayı sadece semavi dinlerin “sevap-günah” anlayışı bağlamında değil, insanlar arası nesnel ilişkiler açısından ele alırsak, gerçekten en büyük “kusur”un kibir olduğu ortaya çıkar.

İnsanoğlu özünde egoist bir varlıktır, benmerkezcidir. Aslında nasıl olmasın? Bir beden içindeyiz ve her şeyi kendi bilincimizle algılamaya çalışmaktayız. Pratik olarak bu böyledir. Doğuştan getirilen kişilik özelliği açısından benmerkezcilik oranı insandan insana değişebilir. Kimi insanda çok baskındır, kiminde orta derecededir.  Kimindeyse yok denecek kadar azdır.  Adeta bir aziz/azizedir, empati patlaması yapmaktadır (!)

Geçen yıllarla gelen olgunluk, hayat tecrübeleri, eski hırs ve tutkuların azalması, bu benmerkezciliği azaltmaktadır ancak bu da bir yere kadar oluyor.  Egonun baskınlığı tamamen gitmiyor bünyelerden. Bu da bizim en büyük zaafımız. Çekişmelerin, kavgaların ve hatta savaşların ana nedeni.

Egoizmin insan mizacına kattığı en olumsuz özelliklerden biri de kibirdir. Kurumlanmak, kasım kasım kasılmak, kendini bulunmaz Hint kumaşından sanmak, bir bok zannetmek vs…

Egoistlik bünyelerden tamamen sökülemediğine göre, her toplumda kendini kurufasülye gibi nimetten sayanlar vardır. Ancak bizim gibi şark toplumlarında ezelden gelen eziklikler, kompleksler, baskılar fazla olduğu için, etkiye karşı tepki mahiyetinde kibirlilerimiz de o derece fazladır. Bu topraklara ait “Mütevazi olma, gerçek zannederler.” sözü de bunu doğrular niteliktedir.

Orta zekalı, fazla sorgulamayan, bilgi dağarcığını artırmaya üşenen klasik Türk kadını ve erkeği övünmeyi pek sever. Kendisi hakkında övünecek bişeyler göremiyorsa çocuğunu över. Övünürken, karşısındakini ya da kendinden olmayan “ötekiler”i mümkün olduğunca aşağılar. Kendinde ya da yakınlarında övünecek bir şey olmasa dahi yine de allem eder, kallem eder, yaldızlar, ambalajlar, övünecek bir halt bulur. Kadını da erkeği de böyledir…

Aklını fazla işletmeyen ortalama insanımızın erkek olanından “Lann senn benim kim olduumu biliyon muu haa!”, “Sen kim oluyon da bana laf ediyon, kırarım ağzını yüzünü!”, “La yürü git, yann bakma öylee!” gibi cümleleri sıklıkla duyabilirsiniz. Geleneksel ortamda yetişmişleri rahatlıkla derler. Modern ortamdakiler de çoğunlukla sahip oldukları “eğitim seviyesi” nedeniyle önce kibar olmaya çalışırlar ama sinir katsayıları yükseldiği vakit, içlerindeki “Kazım efendi” yi durduramazlar (!)

Yine aynı tiplemenin kadın olanlarından da “Ayy benn bildiğin kızlardaan değilim, tamam mıaa!”, “Bu hayatta yönetmen benim, istediğime rol, istediğime yol veririm” tarzı veciz sözler işitebilirsiniz. Garip bir öz güvenleri vardır bu insanların...

Ancak bu insanların akıl seviyeleri ortalama civarı, bilgi seviyeleri ortalamanın çok altı ve de dar, kısıtlı çevrelerde yaşadıklarından dolayı hayat tecrübeleri o oranda az olduğu için kendini beğenmiş bu tavırları açık açık, safça size gösterirler. Laf oturttuklarını, cevap verdiklerini falan sanırlar ama çok genel geçer şeyler söylediklerinden alınmazsınız bile. Güler geçersiniz, nihayetinde kendilerinden çok beklenir bir şeyler sergilemektedirler. Gülüp geçemiyor ve öfkeleniyorsanız, onu bilemem tabii...

Bu yazıda esas değinmek istediğim nokta ise, bu ortalama tiplemelerin çok üstünde standartlarda olan kişilerin kibirli halleri. Gerçek “kibir” onlarda var çünkü.

Çok görmüş geçirmiş, çok çevrelere girip çıkmış, feleğin çemberinden geçmiş, zekası ve bilgisi ortalamanın hayli üzerinde, çok okuyan, düşüncelerini yazı ile güzel ifade edebilen, yetenekleri ve zekası ile de güzel para kazanmış, dünyalığını yapmış kişiler bu dediklerim. Yalnız iyi para kazanmaktan, malikane sahipleri, büyük iş adamları, sosyete tiplerini kast etmiyorum, yanlış anlaşılmasın.

Bu tiplerde sarkazm mevcuttur. Bazı açıklamalarda sarkazm, “ironi” olarak geçiyor ama ironi genelde trajik olayı komikleştirmek anlamında kullanılır. Yani bir çeşit “Güleriz ağlanacak halimize” durumu… Sarkazm farklı…Böyle inceden inceden, ama kinayeli şekilde, karşısındakini alaya alır tavırlarla karşılık vermek. Onu böyle böyle ezmeye çalışmak… Tabii bu da bir zeka ister neticede. Vasat zekalı gariban ne bilsin böyle işleri? Açık açık, dan dun gider o karşısındakine zaten.

Sarkazma karşı olduğum sanılmasın. O da gerekli nihayetinde… Ama karşındaki de sana bile bile “dokunmuşsa”. Karşındaki de seninle aynı seviyedeyse güzel. O zeka düzeyi yüksek incelikli lafı soksun sana, sen de karşılığını ver. Böyle atışan saz ustaları gibi... Birbirlerine denkler ve kartlar da açık…

Öteki türlüsünde ise,  bir taraf kendince birşeyler diyor ya da yapıyor ve tamamen diğerinden bağımsız ama diğer “akıllı, tecrübeli, bilgili, süper ötesi” taraf da bunun yaptığı ve dediği üzerinden “ince” alaylara başvuruyor. İnceden inceden aşağılıyor… Hatta zaman zaman bu akıllı eleman şaşırabiliyor –en akıllı insan bile karşısındakini tam olarak anlamamış olabilir, çok normaldir- ve ötekinin dediklerini tamamen başka şekilde algılayıp öyle yapıyor “sarkazm”ını…

Akıl, bilgi, tecrübe çok güzel şeyler. Herkesin gıpta ettiği özellikler. Ancak gerçek anlamda “olgunluk” olmadıkça bu tipteki kişiler maalesef kibrin en ileri düzeyine sahip oluyorlar. Genelde de kadınlarda daha çok görülüyor bu cinsten kibirlenmeler. Çünkü erkeklerin bazıları ne kadar akıllı ve inceden dalga geçme kapasitesine sahip olsalar da bir noktadan sonra bağırtı çağırtıya ve yumruklaşmaya gelebiliyor o “ezme” durumları.


Kafalardaki "tahtların" atılması dileğimle…





Türk kadınlarındaki evlilik saplantısı, ama neden?

Hiçbir kadın durup dururken evlilik saplantısı geliştirmez. Bu düşünce çocukluğundan itibaren onun beynine kazınıyor, nakşediliyor. Ne tarafından? Ailesi, çevresi... Peki kimdir bunlar? Ailedeki  kadınlar... Peki kızların babaları da onları evliliğe saplamıyor mu? Ya abiler? Yani sizler, siz sevgili erkekler...

Babalar/abiler artık bu çağda kızlarına "Kızım otur oturduğun yerde" demiyor. "Kızım oku, sonra iş bul, çalış ve ayaklarının üzerinde dur" diyorlar. Tabii ki aksi örnekler de hala mevcut. Doğu'da, kırsallarda, varoşlarda…  Ama artık baba ve abiler kızların okumasından ve çalışmasından çok daha yana...

Tamam bu kız okudu. İş de buldu. İki ayak üzerinde de duruyor. Peki niye hala evlilik saplantısı var bu kızda?

Sevgili erkekler, saygıdeğer baba ve abiler, hanginiz kızınıza "Kızım hemen evlenme. Gerek yok. Gez toz... Erkek arkadaşların, sevgililerin, flörtlerin  olsun. Hatta hiç evlenmesen de olur. Ne gerek var?" diyebiliyor? Lütfen Türk erkekleri bir öz eleştiri yapsın. Bırakın böyle açıkça, yüz yüze konuşmayı, kızlarınızın böyle bir yaşantının içine kendiliğinden girmesi halinde nasıl davranıyorsunuz? Çok mu moderensiniz? Hepiniz despotluğu en hafifinden en ağırına kadar uyguluyorsunuz kızlara; kimse kusura bakmasın.  "Beyaz gelinliğinle çıkacaksın buradan. Yüzümüzü kara çıkarma, laf getirme. Aksi halde yaparız bildiğimizi." diyorsunuz. Ama az yoğun, ama çok yoğun bir baskı uygulayarak.  Hemen hemen hepiniz…

Evlenen kadınlara bir "saygınlık" yüklüyorsunuz. Diğerleri ise ezik, "evde kalmış", "defolu" tipler olarak gözünüzde canlanıyor.

Erkek bakış açılarının oluşturduğu bu sistemi de kadınlar çaresizce içselleştiriyor, moda deyimle "biat" ediyor. Çünkü yasalarda dursun ya da çıkartılsın "reis" hala erkek. İsyankar kadınların başları her an ezilmeye hazır...

Peki bu kızlar ne yapsın? Evlenmeyip de rahibe gibi mi yaşasınlar? Siz rahip gibi yaşayabiliyor musunuz sevgili erkekler?

Rahipliği geçin… Hiç de anımsanmayacak sayıda erkek evlenmek istiyor bu ülkede.  Onlar da meraklı evlenmeye. Ama farkı nedir kızlardan? Kızlar bir an önce, erkeklerle düşüp kalkmadan(!) evlensin isteniyorsa, erkekler de biraz gezip tozup, kadın tanıyıp(!) öyle evlensin isteniyor. Bu toplumsal kalıba paşa paşa uyan çook erkek var. "Zamanım geldi benim de. Soy sürdüreyim, çocuklarım olsun. Temiz aile kızı(!) bulmak ve evlenmek lazım. " diyenler siz değil misiniz ey sevgili erkekler?

Kadınların kadınlığı ömür boyu devam edebilse de anne olma yetileri sınırlı bir yaşa kadar… Erkekler ise dede olacak çağda bile çocuk sahibi olabiliyor. Bu faktör de kızları erken davranmaya zorlarken, erkekleri ise rahatlığa sevkediyor.

Kaç erkek hayat boyu hiç evlenmemek, çocuk sahibi olmamak ya da evlenecekse “tecrübeli” kadınla evlenmek istiyor? Eğri oturup doğru konuşalım, çok az bir oranda değil mi? Marjinal kalıyorlar, istisna teşkil ediyorlar ancak istisnalar da kaideyi bozmuyor.

Bırakın artık reşit kadınların özel ve cinsel yaşamı hakkında söz sahibi olmayı. Ne evlilik saplantısı kalsın ne de başka saplantılar…


Şimdi anlayabildiniz mi sevgili erkekler...





Kezban ve hala kızı Pakize:)

İşte Türk hatun prototipleri olan Kezban ile Pakize'nin, Haydarpaşa limanında demirli gemilerde vücut bulmuş halleri:)



















Matematik aşkı...

Hatıracı biriyimdir... Önemli gördüğüm eşyalarımı saklarım. Mesela eski okul defterlerimden bazılarını. İşte bu da 1989 yılına ait üniversite 1. sınıf yüksek matematik dersi defterimden "küçücük" bi bölüm:)

Zamanında bunları şıp diye kavrayıp, sınavlarda 85 üzeri notları şakır şakır alırken, bugün tesadüfen elime geçti ve ben ona baktım, o bana baktı. Böyle anlamsız anlamsız bakıştım "matematik" ile:) İki yabancı gibi...

Aradan yıllaar geçmiş, ben yaşlanmışım, beynimin sol yarım küresini yoğun çalıştırmayalı çok olmuş ve tabii en eski aşkım matematik efendiyle yollarımız çoktaan ayrılmış:)



Sözün özü: Matematik kıskançtır, başka aşklar ve uğraşlar istemez








Gerçek bir analık mı, yoksa şişirilmiş anaçlık mı?

Ben bir anneyim, liseli ergen bir oğlum var... Kafa yapısı olarak genelde benzeşiyoruz, dünyadaki kurulu düzeni çok sorgular. Ben de öyleyim ve onun yaşlarındayken de öyleydim. Ama o benden çok daha cesur bazı adımlar atma konusunda. Cesaretsizlikten benim fikirlerim o yaşta genelde içimde sakladığım teoriler düzeyinde kalırken, o şimdiden düşüncelerini dışa açabilme konusunda pratiğe dökebiliyor.

Bir ebeveyn olarak ona bu rahatlığı sağlıyorum. Yolunu kesmiyorum. Sadece "kendimce" yanlış bulduklarımı söylüyor ve seçimi ona bırakıyorum. Saygılıyım... Beni mutlaka aşacak ve aşıyor da. Zaten insan neslinin gelişimi için yeni neslin eskisinden daha ileri görüşlü olması gerekmez mi? Eski neslin de buna saygı göstermesi?

Ama olmuyor... Bizim toplumda ve geleneksel olan, dogmatizmin esiri olmuş hiçbir toplumda olamıyor. Saygı sadece çocuktan bekleniyor. Hem de ömür boyu... Oysa ki karşılıklı olmalı. Birbirimizi dinlemeliyiz. Okuyana, araştırana, sorgulayana kulak vermeliyiz..

Geç yaşta ana baba olmuş ailemin tek çocuğuyum. Anne ve babamdan sert fiziki muameleler asla görmedim, bol bol sevildim ancak şu anda koskoca bir çocuk sahibi ve 42 yaşında orta yaşlı bir hatun olmama rağmen onlardan fikirlerime karşı asla saygı görmedim. Oysa ki sevgi ancak saygı ile birlikte anlamlı olabilir...

O kadar oku, araştır, sorgula ama tüm tv programlarının bağımlısı olmuş, günlük gazeteleri takip eden ancak kendini geliştirme konusunda son derece sınırlı kalmış, geleneklerinden fazla uzaklaşamayan klasik şehirli yurdum ebeveynleri senin kendini geliştirmiş olup, onların bilemediği bazı bilgilere haiz olmana gram saygı göstermesin. Oğlumla olan medeni ilişkime de öyle ya da böyle karışıp, çocuğu ilerletmeye çabalarken, sanki ana rahmine geriletmeye uğraşsın...

Onlar kötülük olsun diye değil, bilinçsizliklerinden ve bilinçsiz kalmakta ısrarlarından böyle yapmaktalar. Bu işin kadını erkeği, anası babası yok. Ama şu açıdan anaların sorumluluğu daha fazla, çünkü çocuğu birincil düzeyde ana eğitiyor. Bilinçli kadın "Çocuğumu medeni koşullarda eğiteyim, birbirimize karşılıklı saygı ve sevgi çerçevesinde bakalım, araştıralım, olayları sorgulayalım ve hayatı öyle yaşayalım, türlü dayatmaların esiri olmayalım derken, annesi ya da kayınvaldesi -hatta babası ve kayınpederi- bu çabaya çomak sokuyor. Hatta bizim ailede babam bu konuda daha etkindir. Daha "anaç" tır. Bilinçaltında anaçlık cinse bakmaz çünkü. Erkek te pek ala bu şişirilmiş anaçlığı üstlenebilir çocuğuna/torununa karşı: Kalıp ve klişe fikirlere saplanmış şekilde "Şunu yap iyidir, bu çok kötüdür, başkaları ne der?" gibi...

Büyür insan, büyüdüğünü kabul edemezler. Fazlasıyla anaçtırlar çünkü... Bitmeyen ve artık iki tarafa da işkence halini almış bir anaçlık hali. Hayvanlardan eksiğimiz, onların yavrularına yetişkin olana kadar kol kanat germeleri, bizlerin ise ömür boyu yavruları tasmalama eğilimimizdir. Sonuç: Gelişememiş, çocuk toplum. Kandırılmaya müsait, sömürülen insancıklar...

Ana olmuş pek çok yakınımdan duymuşumdur çocuklarına "Sıçtığım bok!" derler. Gençliğimden beri dehşete düşmüş, kendilerine yanlış olduklarını söylemişimdir. "Ana olunca anlarsın" demişlerdir. Ana oldum ama bu hastalıklı kafayı anlamıyorum.

Evet toplum cidden hasta ama farkında değil. Üstelik senin ilerleme ve sorgulama çabana "Hasta bu, muhatap olma" diyecek kadar acımasız. Anamdan değil ama babamdan çok duydum.


Bu da böyle işte...












9 Eylül 2013 Pazartesi

Fantastik, erotik, kurgu bilim: "HAYAT EMİCİLER"

HAYAT EMİCİLER adlı romanımı tam metniyle okuyabileceğiniz link:



http://zeyneparzu.wordpress.com/















Genç ve güzel hanım kızın ilk aşk hekayesi [3]

Böylelikle bir ay geçiverdi… Haluk’un döneceği kesin  günü bilemiyordum ama sayılı günler vardı izne gelmesine. Okuldan eve döndüğüm bir günün akşamı, tam eve adım atar atmaz telefon çalıverdi. Hemen koştum telefona bakmak için, arayan Haluk’tu! Şaşırmıştım… Hem daha bir buçuk ay tam dolmamıştı, hem de beni telefonla aramayalı aylar olmuştu. Heyecanımı biraz bastırarak konuşmaya başladım:

-              Aa Haluk sensin!
-              Evet benim… Şaşırdın mı?
-              Henüz dönmeni beklemiyordum.
-              Biraz erken bıraktılar dağıtım iznine. Eee… Sen neler yapıyorsun bakalım?
-              Bildiğin gibi işte. Okul ev ve şirket üçgeninde dönüp duruyorum.
-              Şirketten arıyorum ben de seni.
-              Sahi mi?
-              Evet… Bizim çocuklara bir görüneyim dedim.
-              İyi yapmışsın. Ne oldu, topluyor musun yine ekibi?
-              Toplamak değil de, ben senle yarın görüşmek istiyorum. Müsait misin?

Nasıl da sevindim bu teklifine… Yine duygularımı belli etmemeye çalışarak:

-              Eee… Şey… Tabii Haluk. Okul var ama olsun. Öğleden sonraki dersleri kırabilirim.                Senin için…
-              O halde öğlen saatinde okula geliyorum ben, oldu mu?
-              Oldu…
-              Kantinde buluşuruz.
-              Tamam.
-              Hoşça kal o zaman.
-              Sana da Haluk…

İçim içime sığmıyordu, öyle sevinçliydim ki! Haluk benimle baş başa görüşmek istiyordu çünkü. Bunu hiç tahmin etmemiştim. Gelince hep beraber toplanırız, onu görmüş olurum böylece diye düşünüyordum. Bilemiyordum acaba nasıl bir şekilde görüşecek, konuşacaktık. Arkadaşça dahi olsa onunla baş başa görüşmek beni çok mutlu edecekti. Anneme de durumu anlattım. O da babama belli etmememi söyledi.

O gece heyecandan hiç uyuyamadım, sabahı sabah ettim. Okula gittiğimde de nasıl ders dinlediğimi anlayamadım. Saatler öyle ağır geçiyordu ki, öğle vakti gelmek bilmiyordu sanki. İsmet’e de Haluk’un görüşme isteğini anlattım, o da şaşırdı “Her şeyin hayırlısı Dilek… Dur bakalım neler konuşacaksınız? İnşallah iyi olur.” dedi.

Sonunda öğle vakti geldi. Kantine indim, gözüm hep kantin kapısında… Tam bir arkadaşla konuşmaya başlamıştım ki Haluk kapıda beliriverdi! Kafası en fazla üç numara traşlıydı, neredeyse “kabak” gibiydi ama benim için yine de çok çekiciydi. Çok özlemiştim onu… Kucaklaştık. Oturduğum masaya buyur ettim. Yarım saat kadar lafladıktan sonra, buradan nereye gideceğimiz konusunda plan yapmaya başladık. Sinemaya gitme konusunda karar kıldık.

Vasıtaya binmeyecektik. Sinemaya kadar yürüyecektik. O da en az kırk, kırk beş dakika ederdi. Ben ona okul zamanlarımı anlattım, o da askerliğini… İstanbul’un çok yakınında bir yere çıkmıştı dağıtımı, buna da ayrıca sevindim.

Önce bir büfeye girip karnımızı doyurduk. Sonra sinema salonunun kapısında seans saatini beklemeye başladık. Bu “arkadaşça” ilişki öyle hoşuma gitmişti ki… Sanki öncesinde hiç çıkmamış ve hiç de ayrılmamıştık.

Filmin ilk devresi su gibi akıp gitti… Güzel filmdi, aralarda hafif erotik sahneler de mevcuttu. Ancak filmin ikinci yarısında, önceki gecenin tüm uykusuzluğu çöktü üzerime. Haluk’un bu günkü samimiyetine güvenerek ona başımı omzuna yaslamak istediğimi söyledim. Onayladı… Başımı ona yasladım. Bir beş dakika ya geçmişti ya geçmemişti, belime sıkıca sarıldığını hissettim. Yavaş yavaş bedenimi okşamaya, dudaklarımı öpmeye başlamıştı Haluk! Bu duruma çok şaşırdım ancak hiçbir direniş gösteremedim. Çünkü hem hala onu istiyordum, hem de ruhen ve fiziken bir ilişkiye açtım.

Böylelikle, filmin ikinci yarısından pek bir şey anlamadan çıktık ikimiz de… Aramızda yaşanan bu son olay hakkında ne ondan ne de benden hiçbir yorum çıkmadı. Yine aynı şekilde konuşa konuşa yürümeye başladık. El ele falan da tutuşmadık… Ama çıkıyor muyduk bu andan itibaren? Kafamı kurcalayan buydu. O bir şey söylemedikçe ben de hiçbir şey sormamaya karar verdim. Konuşmalarımızın bir yerinde, askerden dönünce yine buluşup gezebileceğimizi söyledi. Ben de bunu “çıkıyor” olmaya yordum kendimce.

Yürüyüşümüzün sonunda vapur iskelesine vardık. Haluk beni yolcu ettikten sonra, kendi de yakındaki otobüs durağından vasıtaya binerek evine gitti. Eve gelince yeniden bir şeylere başladığımızı anneme anlattım. Şaşırdı ama olumsuz tepki vermedi. “Hayırlısı bakalım.” dedi. Ertesi günü İsmet’e de açtım durumu, o da aynısını söyledi.

İki gün sonra Haluk’la şirket içinde de görüştük. Yakınlaşmış olduğumuzu kimseye belli etmemiştik. Görüştüğümüzün ertesi de dağıtım izni sona erdi ve birliğinin yolunu tuttu. Bir hafta ya geçmişti ya geçmemişti, şirkete gittiğimde bir arkadaş önüme “Haluk sana özel olarak iletmemi istedi.” diyerekten birliğinin adresini ve telefon numarasını bıraktı. Öyle memnun olmuştum ki… “Demek ki içinde kayda değer bir şeyler var ki, askerdeyken de haberleşmeyi sürdürmek istiyor” diye düşündüm.

Haluk’un askerliği kısa dönemdi ve terhis zamanı da benim hazırlık sınıfının bitimine denk düşüyordu. Yaklaşık dört ay… Birkaç kere onu telefonla aradım, muhabbet ettik. Yerinde bulamayıp ismimi bıraktığım zamanlarda da o geri dönüş yaptı. Böylece bu dört ay da geçiverdi ve Mayıs sonunda Haluk terhis oldu. Ancak onun terhis olduğunu kendisinden değil, tesadüfen şirkete uğradığımda öğrendim. Birden Haluk’u gördüm karşımda! Şaşırdım tabii… Üstelik geleli birkaç gün olmuş bile… Bana geldiğini hiç haber vermemişti. Bozuldum biraz ama fazla da belli etmedim bu durumu. Bir iki saat oturduktan sonra, şirketten beraber çıkarak dolmuşlara doğru yürümeye başladık Haluk’la. Birkaç gün sonra hem sömestr bitiyordu, hem de bayram geliyordu. Bayram günlerinden birinde buluşmak üzere sözleştik.

Bayramın son günü vapur iskelesinde buluşup yürüye yürüye Ortaköy’e gittik Haluk’la. Mis gibi bir yaz başı havasıydı… Ortaköy meydanında o elinde birası, ben de elimde soda ile oturup laflamaya başladık. Gelecekteki planlarımızdan söz ediyorduk birbirimize. Benim hazırlık sınıfım bitmişti, yüksek lisans derslerine başlayacaktım. Tez aşamasında da iş arayacaktım kendime. Haluk karakter olarak bir şirkette maaşla çalışmak isteyen bir tip değildi. Girişimci ruhluydu ve geçmişteki iş deneyimlerine dayanarak, birkaç asker arkadaşını da yanına ortak edip kendine bir şirket kurmayı planlıyordu. Şimdi boştaydı. Oldukça yaşlı olan babasının da bazı iş planları vardı, bir süre onunla çalışacaktı. Haluk ona yardım edecekti yaz boyunca.

Bir iki saat kadar sonra kalktık oradan, yakınındaki parka gittik. Kuytu bir yer buldu Haluk. Çimlere oturduk ve öpüşüp sarılmaya başladık. Aylar sonra, ilaç gibi gelmişti bu yakınlaşma benim için…

Parktan ayrıldıktan sonra yine geldiğimiz gibi, iskelelere doğru yürümeye başladık. Bu sefer el ele tutuşuyorduk Haluk’la. Havadan sudan laflıyorduk. Bir ara konu yine gelecek planlarına geldi. Haluk “İleride şu tasarladığım işimi kurup, karım ve çocuklarımla iyi standartlarda yaşamak istiyorum.” deyiverdi. Onun bu cümlesi üzerine ben de kendi kendime “İlerideki karım dediğine göre bu ben olabilir miyim? Şu an çıkıyorsak ve de bunu bana diyorsa neden olmasın?” diye düşünüyor ancak bu düşünceme öncelikle kendim güvenemiyordum.

Haluk, birkaç çocuklu göçmen bir ailenin en büyük oğluydu ve yaşamı parasal olarak zorluklarla geçmişti. İyi standartlarda yaşama arzusunu anlıyordum, herkes iyi şartları isterdi ancak onunki hırstı, bir tutkuydu. Yavaş yavaş kavramaktaydım ondaki bu yapıyı ve benim mütevazi hayat anlayışıma hiç uymamaktaydı aslında.

Vapur iskelesine gelince ben vapura bindim o da evine gitti. Benim için çok hoş bir gün olmuştu ancak bu buluşmanın ardından günler geçmesine rağmen aramadı beni Haluk. Gerçi şirketten de duyuyordum haberini, baba oğul hafta içi sonu demeden büyük bir yoğunlukla çalışıyorlarmış. Babasının moloz yığınları ve iş tezgahları ile dolu ufak bir atölyesi varmış. Haluk’un ve diğer arkadaşların anlatmasına göre işyeri böyleydi. Güya orada telefon da yokmuş…  Ancak isteyen insan evden de arayabilir, buluşacak zamanı olamasa da bir hal hatır sorabilirdi. Zaten sorun da en başından beri buydu, Haluk’un umursamazlığıydı. Çıkmıyorduk aslında biz, “takılıyorduk”. Hepsi o kadardı... Bunu sürekli görmezden geliyordum. İkinci kere ilişki yaşıyoruz diye tekrar beni terk etmeyeceğini düşünüyordum. Oysa ki ilk terk edişi düpedüz bir sırt çevirişti. Sebepsizdi… Bunu yapan kişi, aynını tekrar yapabilirdi. Ama terk edilme korkusu öylesine içime işlemişti ki, aklıma bile getirmek istemiyordum bunu.

On günü aşkın bir zaman geçmişti ki bir akşam vakti, ben aradım onu, evinden ilk defa. Akşam aradım çünkü işten dönmüş olma ihtimali fazlaydı bu vakitte. Annesi çıktı, henüz gelmediğini iletti, ben de ismimi bıraktım. Aynen önceki sene olduğu gibi dönmedi bana… Çok doğaldı, huylu huyundan nasıl vaz geçsindi ki? Bir iki gün kadar geçmişti ki şirkete uğradım. Haluk askere giderken kendisinden boşalan yeri doldurması için bulduğu bir arkadaşı vardı, adı Altan. Çok efendi ve kültürlü bir gençti. Akşam ailesi eve geç gelecekmiş, bu da arkadaşlara evde yemek yapacakmış. Menemen, makarna gibi basit şeyler. Maksat muhabbet olsun… Tansel de İstanbul’a gelmiş. Onu ve iş güç dolayısıyla kolay kolay göremediği Haluk’u çağırmış yemeğe. Beni de davet etti. İçten içe bayağı sevindim bu teklife. Kabul ettim ve eve geç geleceğime dair de annemlere telefon ettim.  Sonra bir baktım kapıdan Tansel girdi içeri. Sarıldık, öpüştük. Artık iyice memleketine yerleşmiş ve orada işe başlamış. Biraz da Halide’den bahsettik. Mektuplaştığımızı ve rahatının yerinde olduğunu söyledim. Fazla da bir şey konuşmadık bu konuda. Ne de olsa kırıktı kalbi, çok deşmeye gelmezdi.

Mesai bitince üç kişi taksi çevirip Altan’ın evinin yolunu tuttuk. Eve vardığımızda, Haluk’u apartman bahçesinde beklerken bulduk. Biraz erkence gelmiş. Geleceğimi bilmiyordu ama beni görünce de şaşırmadı. Soğuk bir karşılama da yapmadı, gayet normaldi tavırları. Eve girdik. Altan yemekleri hazırladı. Güzel bir sohbet eşliğinde yedik yemeklerimizi.

Yemek bittiğinde bir ara mutfağa yöneldim. Pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Birkaç dakika geçmişti ki arkama dönüverdiğimde Haluk’la burun buruna geldim! Sinsice arkamdan dolanmış… Eline de beni sırtımdan dürtüp korkutacak şekilde biçim vermiş. Çok komikti bu durumu… Aniden boynuna sarılıverdim Haluk’un… Kapıyı kapattık ve hararetli bir şekilde sarılıp öpüşmeye başladık. Beş on dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki dışarıdan Tansel’in sesi duyuldu. Susamıştı, dolaptan su almak istiyordu. Alelacele toparlanıp kapıyı açtık. Tabii ikimize de manalı manalı bakıyorlardı, anlamışlardı içerideki vukuatı.

Bir süre daha hep beraber salonda oturup sohbet ettikten sonra evden çıktık. Önce Tansel ve Altan bindiler asansöre. Haluk’la ben ise onlardan sonra… Asansörde ayak üstü, beni günlerdir aramadığını, ben arayıp not bıraktığımda da geri dönmediğini fazla sitemkar tavırlara girmeden belirttim. Haluk’un buna mazereti ise iş yoğunluğu oldu yine…

Günler, haftalar geçiyordu ve Haluk aramıyordu maalesef… Bir yandan çok üzülüyordum için için, aileme de belli etmek istemiyordum. Haluk’un terk edişinden sonraki üzgün halime vakıf olmuşlardı zaten. Bir yandan da “İkinci kere terk etmez. Öyle olsa, neden tekrardan dönsün ki bana?” düşüncesi ile avutuyordum kendimi. Şirketin projelerinde görev almayalı da çok olmuştu. Sadece Önder ve Çağlar’ı görmek için uğruyordum oraya. Tabii bir de Haluk’a rastlarım diye. Bazı zamanlar babasının yanından kaçıp geliveriyordu şirkete. Rastlantıya dayalı karşılaşmalar yaşıyorduk maalesef.

Önder’den şirketin Marmaris taraflarında bir projesi olduğunu duymuştum. Yaz zamanıydı ve iş için bile olsa biraz kafa dağıtmak iyi olacaktı benim için. Şirkete telefon ettiğimde projenin iptal edildiğini öğrendim. Biraz üzülmüştüm bu duruma. Azıcık hava değişikliğine ihtiyacım vardı çünkü… Telefonu kapattıktan sonra birkaç dakika geçmişti ki tekrar telefon çaldı. Açtım ki Haluk! Nasıl da şaşırdım… Haftalarca aramayan adam, aramıştı işte. Tabii ki aklına durduk yerde gelmemiştim, telefon ettiğim sıra o da şirketteymiş. Bu bile iyiydi… Bana, Altan’ın benim oturduğum semtin yakınlarında bir işi olduğunu ve akşam saatlerinde onunla birlikte oraya geleceğini söyledi. Buluşmak istiyordu. Sevinçten uçuverdim!

Tren istasyonunda buluşup, sahile indik. Sahil kenarındaki kayaların üzerine oturduk. O işlerinden bahsetti, ben de geçen günlerimden. Bir süre böyle lafladıktan sonra, montunun içinden bir demet pembe gül çıkarıp bana uzattı Haluk! Hem şaşırmış, hem de sevinçten deli olmuştum. Bir erkekten aldığım ilk çiçeklerdi bunlar… Sarıldım ona, çok teşekkür ettim. Çiçek vermesini, beni hakikaten seviyor olmasına yordum. Şüphesiz ki yanılıyordum… İlgisizliğinden dolayı büyük ihtimal “kendini affettirme” çiçekleriydi bunlar. Kim bilir, belki de Altan’ın fikriydi… O akıl vermiş olabilirdi. Bunlar da aklımdan geçti ama konuyu hiç deşmedim. Kendimi olayın güzelliğine kaptırdım. Yine bir süre sarılıp öpüştük…

Vakit iyice geç olmuştu ve Altan’la dönüş zamanı gelmişti. Haluk, İstanbul’un karşı yakasında oturuyordu ve ikimizin evleri birbirine çok uzaktı. İstanbul’un iki ayrı ucunda yaşıyorduk neredeyse… Kalktık kayalıkların üzerinden, bir elim Haluk’ta bir elim çiçeklerde, mutlu mesut bir şekilde yürümeye başladık caddeye doğru. O, Altan’la buluşacağı yere gitti, ben de evime. İnanılmaz mutlu döndüm o gece…

Güllerden sonra da değişen bir şey olmamıştı aslında. Yine günlerce aramıyor, ben evini aradığımda büyük ihtimal olmuyor, geri dönüş de yapmıyordu. Bir de semt arkadaşlarımla görüşmelerim iyice azalmıştı. En yakın çocukluk arkadaşım Ferihan, yaz tatillerinde geçici bir işte çalışmaya başlamıştı. Önceki sene çok sıklıkla buluşuyor, geziyor ve ilişkilerden de bol bol bahsediyorduk. Haluk’tan ne çok konuşmuştuk o sene… Ama artık dertleşeceğim kimse yoktu. İsmet memleketine gitmişti. O da Halide gibi İstanbul dışından okumaya gelmiş bir öğrenciydi. Allah’tan lisansüstü döneminde tekrar gelecekti ve yine beraber okuyacaktık onunla. Halide ile sık sık mektuplaşıyorduk. Olanı biteni, Haluk’u, Çağlar’ı anlatıyordum ona. Buralardan haber almak istiyordu. Haluk’la yeniden çıkmaya başladığımızı da yazmıştım. Oraya gittikten bir iki ay kadar sonra İrlandalı bir gençle tanışmış. Çocuk bunu çok beğenmiş. Hatta beğeninin ötesinde sevmiş ve ciddi olarak beraber olup evlenmek istiyormuş. Mutlu olmuştum onun adına…

Yine uzun zamandır irtibatın kurulamadığı günlerden birinde aradım Haluk’u ve tam işe gitmek üzereyken yakaladım. Buluşma isteğime “işe gidiyor olma” mazeretiyle olumsuz yanıt verdi. Kötüye yormadım… İşse işti ve zaten şirketteki çocuklardan da hep duyuyordum, hafta içi ya da sonu fark etmeksizin babası ile atölyede uğraştıklarını. Zaman zaman kendine boşluklar açıyordu Haluk. Ancak bu zaman boşluklarında benim sıram en sonlarda geliyordu maalesef.

Telefonu kapattıktan bir süre sonra yine çaldı. Açtım ki Halide… Halide stajı henüz tamamlamamış, ancak yaz tatili için birkaç gün izin koparmıştı. Önce memleketine ailesine gelmiş, sonra da İstanbul’daki öğrenci evine geçmişti. Diğer iki kız arkadaşı hala kalıyorlardı o evde. Halide ile izne geldiği ilk günlerde de haberleşmiştik. Benden önce şirketteki birkaç samimi arkadaşa da telefon etmiş. Hep beraber buluşmak, görüşmek için… Gelip gelemeyeceğimi sordu, “gelirim” dedim. Madem Haluk’la görüşemiyorum, bari arkadaşlarla ve Halide ile takılmak iyi gelirdi. Fakat Halide pat diye “Şimdi Haluk’u aradım, tam işe giderken yakaladım, o da kırmadı beni geliyor.” demez mi? Daha önceki birçok karşılaşmamıza tesadüfi olsa dahi sevinen ben, bu sefer Haluk’u da görecek olmaya hiç de sevinememiştim. Demek iş bahanesiyle benle buluşmak istemeyen Haluk, söz konusu diğer arkadaşlar ve Halide olunca işini bir tarafa bırakıp gelebiliyordu! Bu sefer bir punduna getirip ciddi ciddi konuşacaktım Haluk’la. Sırf bu yüzden gelmeyi kabul ettim.

Halide ile ikimiz önceden buluştuk. Aylardır görüşmüyorduk, ne kadar da özlemiştik birbirimizi… Hasret giderdik. İkimizin de anlatacağı çok şeyler vardı. İrlandalı delikanlıyı sordum ona, çok seviyormuş Halide’yi, hemen evlenmek istiyormuş. “Asla yurtdışına yerleşmem ve asla bir yabancı ile evlenmem dedim. Ama bak kısmete… Neler oluyormuş hayatta… Sen de Haluk ile ilgili şartlandırmalar yapma kafanda. Kısmet bu, ne olacağı belli mi olur? İlk çıktığın kişi başka oluyor tabii. Onu gözünde büyütüyor insan. İlkler unutulmaz asla… Çağlar da benim için öyle. Hayatıma giren ilk erkek olduğu için, yeri daima başka olacak. Ama olmadı işte. Kısmetten ötesi yok.” dedi Halide. Haklıydı… Ancak Halide daha başka birçok konuşmasında da “İlkler başkadır, unutulmaz.” diyordu sürekli. Bu da Haluk’un gözümde daha çok büyümesine yol açıyor, bağlılık hislerimi kuvvetlendiriyordu. Arkadaşın arkadaşı bilmeden etkilemesi denen şey bu olmalıydı…

Buluşma yerimiz yine Ortaköy meydanıydı. Akşam saatlerine doğru Halide ile meydana geldik. Sonra bir bir diğer arkadaşlar da damladılar. Haluk henüz gelememişti, çünkü işlerini ne zaman bitirirse o zaman geleceğini bildirmiş Halide’ye. Haluk’a karşı nasıl bir tutum sergileyeceğimi hala kestiremiyordum. Zaten tavırlar alan, kaprisler yapan, hesap soran bir tip değildim. İçimden geldiği gibi, doğal davranacaktım. Ama mutlaka bir punduna getirip, Haluk’la kesin konuşacaktım o gün. Çok ilgisizdi bana karşı. Bu ilişki hiç tatminkar değildi. İyiye de gitmiyordu… Tüm cesaretimi toplamıştım. Her tür cevaba ve duruma hazırlıklıydım.

Yaz zamanıydı ve akşam ezanı çoktan okunmuştu. Saat akşamın dokuzunu biraz geçiyordu ki Haluk da göründü sonunda. Tüm arkadaşlar konuştuk, gülüştük, bir şeyler içtik meydanda. Zaten geç vakitte buluşmuştuk ve zaman da su gibi akıp gitmişti. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ki, kalktık hep birlikte ve birbirimize iyi geceler dileyip evlerimizin yolunu tuttuk.

Çok geç olduğu için, Haluk’u askere uğurladığımızın gecesi kaldığım akrabamın evinde yine kalacaktım. Oraya varana kadar Haluk bana refakat etti. Yol üzerinde bir park vardı. Haluk’un yönlendirmesiyle parka daldık. Bir banka oturup sarılıp, öpüşmeye başladık yine… Bir süre sonra Haluk’a:

-              Haluk bir şey soracağım sana.

-              Sor…

-      Bak Haluk… Beni fazla istemiyorsan, pek de hoşlanmadı isen açıkça belirt ve artık görüşmeyi de keselim.

-        Nereden çıkardın ki bunu şimdi?

-       Nereden çıkması var mı? Bugün arayıp buluşmak istediğimde “İşlerim çok yoğun, ne zaman biteceği belli olmaz, çok zor vs.” dedin. Ama üzerine Halide arayınca ona tamam dedin. Benle tek buluşmaya gönülsüzken, iş diğer arkadaşlarla topluca buluşmaya gelince tam tersi bir hal aldı. Daha ne olsun? Bir de günlerdir hiç arayıp sormayışların eklenince bu düşünceye kapıldım.

-      Ama gördün işte, tam bir geliş zamanı saptayamadım ve hepinizden çok daha geç geldim buluşmaya. Şimdi sen orada tek olsan, bu kadar saat yalnız başına bekletmek iyi olur muydu? Belki de işin çok uzamasından dolayı hiç gelemeyecektim. Bunu haber de veremezdim. Sen de yapayalnız gece yarılarına kadar boşuna oturacaktın. Bunun için sana telefonda olumsuz yanıt verdim.

Çok tatminkar bir yanıt alamasam bile, açıklamaları mantıklı sayılabilirdi. Cep telefonunun ilk çıktığı yıldı ve halkın neredeyse yüzde doksan dokuzu cepsiz geziyordu. Bir kişinin gecikeceğini ya da son anda gelemeyeceğini haber verebilmesinin imkanı yoktu. Beklerken ağaç olma ihtimalleri daima yüksekti.

İçim pek rahat etmemişti ama fazla da uzatmadım. O cesaretli olduğum ruh halinde Haluk bana “Seninle ilgilenemiyorum. Yürütemiyoruz, ayrılalım.” deseydi, ilk terk edilişimdeki üzüntüyü duymaksızın rahatça ayrılabilecektim o anda. Ama bunu demedi. Bunu demeyişi de beni ona daha çok bağlamaya yetti.

Hazır ilişkimiz üzerinde konuşmaya başlamışken, bir konu daha açtım:

-    Haluk, biliyorsun ben tecrübesiz bir kişiyim. Sarılıp öpüşüyoruz, birbirimize dokunuyoruz çok hoşuma gidiyor ama bu sana yetmeyebilir. Daha tatminkar ilişkiler yaşayabilirsin. Niye oyalanıyorsun ki benle bunca zamandır? Açık konuşalım…

-      Öylesini istesem onu yaşardım. Demek ki istemiyorum… Bir de sen beni hayatına sürüsüyle kadın girmiş biri zannetme. Oldu ilişkilerim tabii ama makul sayıda. Kazanova kılıklı biri değilim ben.

-              Sen de şunu bil ki, tensel her türlü temasımızı sevgi duyarak yaşıyorum.

 -             Öyle de olmalı zaten. Sevgisiz cinsellik yaşayan kadınlara ne denir bilirsin…

Evet… Sevgi hissetmeden cinselliğini yaşayan kadınlara ne denildiğini ben de çok iyi biliyordum. Üstelik bu toplumsal yargıyı da destekliyordum o zamanlar. Sevgi ile cinselliği ayıracak olgunlukta değildim. İkiyüzlü tabulardan sıyrılamamıştım henüz, çok genç ve tecrübesizdim…

Halide, izin süresi dolar dolmaz yine yurt dışına gitmişti. Artık orada sözünü ettiği İrlandalı çocuk ile bir süre yaşayacak, anlaştıklarını anladıkları anda da evleneceklerdi. Yazın sonlarına yaklaşmıştık, günler akıp gidiyordu. Haluk’la ilişkimizde hiçbir kayda değer gelişme yoktu, kopukluk devam etmekteydi.

Yine şirkete uğradığım bir gün, geleli daha birkaç dakika geçmişken, insan kaynaklarındaki arkadaş “Dilek sana…” diye telefonu uzattı. Bir baktım Haluk! Şirket, altlı üstlü iki apartman dairesinden oluşuyordu. Haluk üst kattaymış, geldiğimi duyunca da aşağı katı aramış. Haluk’un yoğun geçen iş günlerinden çaldığı bir şirket kaçamağı ve yine tesadüfi bir karşılaşma… Ama yine de içimde bir sevinç… Şirkette bir süre oturup lafladıktan sonra birlikte dışarı çıktık. Haluk:

-        Dilek, ben bu hafta sonu iki günlüğüne fakülteden arkadaşlarımla Çanakkale’ye tatile gideceğim. Şirketten Altan da gruba dahil…

-              Ne güzel işte Haluk… Yaz boyu çok yoğun çalıştın. Biraz dinlenirsin.

-              Sen de gelir misin?

-              Yaa! Sahi mi?

-      Evet Dilek. Gel işte… Küçük bir tur şirketi var. Onunla gidiyoruz. Rezervasyonlar henüz kesinleşmedi. İki gün içinde yaptırırsan sen de gelirsin.

-              Ahh!.. Gelmek istemez miyim hiç?

Haluk’la yürüye yürüye vapur iskelesine geldik. Beni vapura bindirdikten sonra o da evinin yolunu tuttu. İçim içime sığmıyordu çünkü ilk defa “sevgiliyle tatil” olayına girecektim. Eve varıp konuyu aileme açtığımda olumlu karşıladılar. Ne de olsa grupla gidiyorduk… İçinde sevgili olsa bile, arkadaşlarla tatile gidiyor olmak, sevgiliyle yaşanabilecek olası temasları düşünmeyi engelliyordu.

Ertesi günü gerekli parayı bankaya yatırdım ve iki gün sonra da bavulumu hazırlayıp evden çıktım. Önce şirkette toplanacak, mesai bitince de ben, Haluk ve Altan, diğer arkadaşlarla buluşmak üzere Taksim’e gidecektik. Otobüs gece yarısı on ikide hareket ediyordu. Her şey planlandığı gibi gitti. On ikide otobüsümüz kalktı.

Çanakkale’ye vardığımızda saat sabahın sekiziydi. Tam sahil kenarında küçük, sevimli bir otele gelmiştik. Yaz sonu olduğundan bizden başka genç grup yoktu. Müşterisi azdı ve olanlar da yaşlılardı. Ama çok hoş bir yerdi… Arkadaşlarla hep birlikte kahvaltı yaptık otel bahçesinde. Havası mis gibiydi buranın ve sundukları yiyecekler, domates, peynir, zeytinyağı hepsi halis ve tazeydi.

Haluk’la benden başka üç çift daha vardı aramızda. Altan ise tekti. Kahvaltı faslından sonra sıra odalara çekilmeye gelmişti. Herkes yorgundu. Öğlen saatine kadar dinlenip, sonra bahçede buluşmaya karar verdik. Benim ise o sıra kalbim başka türlü atmaktaydı. Bakalım Haluk’la baş başa kalınca ne olacaktı?

İçeri girdiğimizde bavulumu bir köşeye bırakıp, içinden de rahat ve temiz bir şeyler alıp hemen tuvalete girdim. Elimi yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Pis ve pasaklı bir görüntü vermek istemiyordum. Tuvaletten çıktığımda Haluk yatağa girmişti bile! Çıplak değildi, sadece pantolonunu çıkarmış, tişörtüyle uzanıyordu. Çekingen adımlarla yatağa gittim, örtüyü kaldırdım ve yanına uzanıverdim. Tam gözümü kapıyordum ki Haluk :

-          Eee… Uyuyacak mıyız hemen?

-       İyi de otobüste bütün gece neredeyse uyumadık. Hele bir uyuyalım. Sen yorgun değil misin peki?

Birbirimize öylece baktık… İkimizin de aklından geçen şey aynıydı aslında. Birden bire üzerimizdekilerin hepsini çıkardık ve…

Sevişmemiz bittiğinde Haluk hemen bir sigara yakıp yatakta içmeye başladı. Bana da şaka yollu:

-              Şimdi bu adam zevkini aldı, sigarasını yaktı diyeceksin.

-              Olur mu Haluk, saçmalama… Alışkanlığım olsaydı, büyük ihtimal ben de yakardım.

-     Çoğu kız arkadaşım bakireydi. Onlarla olan temaslarımın hepsi de bekarete dokunmadan yaşandı. Aynen senle olduğu gibi… Dur sana cüzdanımı göstereyim.   Bazılarının fotoğrafları vardır bende.

-              Eski kız arkadaşlarının resimlerini mi saklıyorsun hala Haluk?

-              Evet… Neden saklamayayım ki? Senin de resmin bulunsun. Tabii verirsen…

Önceki sene, daha Haluk’la çıkmaya başlamadan önce Halide “Haluk ilişki yaşadığı tüm kız arkadaşları ile sonradan arkadaş olmuştur. Olur da ayrılırsanız arkadaşlığı devam eder.” demişti. Ben bunu o zaman, ilişkiler konusundaki tecrübesizliğimden dolayı tamamen iyiye yormuştum. Uyuşmazlıklarla, çatışma yaşayarak, kavga dövüş ayrılmıyordu. Bu iyi bir şeydi ancak belli ki Haluk anlaşmazlıklardan dolayı değil, büyük ihtimal hevesi kaçtığı anda terk ediyordu. Geçen seneki ilk birlikteliğimizin sonunda aynen bana yaptığı gibi…

Haluk’un uzattığı cüzdanındaki resimlere bakarken, pek de güzel tipler olmadığını fark ettim. Çok şaşırmıştım! Haluk bu kadar zevksiz bir adam mıydı? Çıktığı her kızın fotoğrafı yoktu ama bu gördüğüm iki üç tanesi, vasat tip bile sayılmazlardı. Bir yorum getirmedim… Oysa ben özellikle son iki yıldır oldukça güzelleşmiştim. Sıska-uzun Safinaz tipim azıcık şekillenmiş, yüz hatlarım daha da oturmuştu artık.  “Kim bilir, belki de çıktığı en güzel kız benimdir.” diye geçirdim içimden.

Cüzdanı tekrar ona uzatırken:

-              Kimlerdi bunlar? Okuldan falan mı?

-       Yok… Beni askere uğurlarken görmüştün hani, o tıbbiyeliler grubundan kızlardı bunlar. Hatta bir tanesi sevgilisiyle gelmişti.

-              Evet… Hatırlıyorum, ağzına çatalla meze verdiydi.

-              Bildin işte, o benim eski kız arkadaşımdı.

-        Belli ediyordu zaten. Diğerlerinden daha bir içli dışlıydı senle. Yanında erkek arkadaşı olsa bile…

-              Ama şimdi sadece arkadaşım. O kadar…

Kısa bir duraksama oldu. Haluk:

-        Yalnız şu da var Dilek. Ben en az üç sene, yani yirmi yedi yaşıma kadar evlenmeyi düşünmüyorum.

-     Zaten ne gereği var Haluk… Daha çok gençsin. Askerden yeni geldin. Yeni bir iş kuracaksın. Bir sürü uğraşı var önünde yapman gereken.

-         Yani öyle… Bunu bil de…

Üç yıl sonra ben de yirmi beş olacaktım. Benim için en uygun evlilik yaşıydı... Ama Haluk benimle olan bir evliliği mi ima etmişti, “Üç yıl daha bekle” mi diyordu yoksa “Şu an evliliğe hazır değilim ve üç yıl sonrası için de sana herhangi bir söz veremem. ” demeye mi getiriyordu? Kafamı o kadar karıştırmıştı ki… Konuyu biraz daha netleştirecek soruları soramadım ona. Çünkü üzerimde birkaç gün öncesinin cesareti yoktu. Sevgilimle tatildeydim işte, mutluluğumu bozmak istemiyordum. O yüzden de konuyu fazla deşmedim.

Mışıl mışıl tatlı bir sabah uykusundan sonra, öğle üzeri otel bahçesinde diğer arkadaşlarla buluştuk. İlk günü denize girip güneşlenmekle geçti. Aramızda sözlü bir çift vardı. Diğerleri de büyük ihtimal birlikte yaşıyordu. Onları gözlüyordum ara sıra… Çok el ele, dip dibe değildiler ancak aralarındaki bağlılık hissediliyordu. En kopuk çift bizdik, anlıyordum bunu.

Zaman çok keyifli ve hızlı akmaktaydı… Denize giriyor, güneşleniyor, otelin bahçesinde oturup bir şeyler içerek sohbet ediyorduk. Bir ara, tanımadığım bir kız eşiyle geldi otele. Haluk’a sordum, meğerse şirketin eski çalışanlarındanmış. Onlar da Çanakkale’delermiş. Nasıl olduysa haberimizi almışlar, ziyarete gelmişler. Haluk benimle yalnız kaldığı bir vakit, kız hakkında:

-              Çok severim onu. Harbi kızdır. Hakkını ezdirmez…

-              Nasıl yani? Daima haklının yanında mıdır? Haklıyı mı savunur?

-        Yok yaa… Kendi hakkını çok iyi savunur. Kimseye ezdirmez… Ne yapacak başkasının hakkını savunup da?

Hiçbir şey diyememiştim yine… Evet, insanın kendi hakkını savunup, ezilmemesi çok güzel bir şeydi ancak hakkı yenen bir insanın yanında yer almanın nesi gereksiz olabilirdi? Haluk’taki bu bencil yapı tanıdıktı aslında. Askere uğurlama yemeğinde Çağlar’la tartışması da bu tip bir sebeptendi.

Gündüz güneş ve denizle, geceleyin de kumsalda yakılan ateşin başında ellerde şarap kadehleriyle geçirilen iki güncük tatil de jet hızıyla sona ermişti. İstanbul’a varıp eve döndüğümde, üzerimde keyifli günler geçirmenin verdiği mutluluk hissi yerine, bir sıkıntı peydah olmuştu.  Haluk’un benden iyice uzaklaştığını hissediyordum.

Eylül ayı gelmiş ve okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Tatil dönüşünden on gün kadar sonra, yine bir şirket ziyaretim esnasında tesadüfen Haluk’la karşılaştım. Spontane görüşmelere çoktan alışmıştım zaten… Tek alışamadığım Haluk’un soğukluğuydu. Aramaz sormaz ilgisiz biri olsa da, her görüşmemizde sıcak tavırlar sergileyen Haluk, şimdi buz gibiydi. Ayrıca babasıyla giriştikleri işlere de son vermişti birkaç gün önce. Artık tamamen boştaydı.

Mesai sonunda arkadaşlarla hep birlikte çıktık şirketten. Haluk’la ben, onlardan ayrılıp iskeleye doğru yürümeye başladık. Vapur gelene kadar biraz oturmayı teklif ettim. Oturduk. Haluk bir sigara yaktı:

-              Dilek… Bana fazla bağlanmanı istemiyorum.

-              Nasıl yani?

-              Bana bağlı olma, yani gelecekle ilgili plan yapma.

Yavaş yavaş gerilmeye başlamıştım:

-       Haluk sen nasıl bir kız istiyorsun? Geçen seneden beri anlamış değilim. Acaba tuttuğunu koparan, hırslı, kendini ezdirmez, iş hayatı olan, çevresi geniş birini mi arıyorsun? Ben hala okuyorum, öğrenciyim… Bu sebeple şu anda bu vasıfların hepsine birden sahip olamam. Henüz hayatın başlarındayım, her yönden…

-        Hiç alakası yok… Sadece tek istediğim bana bağlanmaman. Bir gelecek düşünmemen. Bak ben bu hafta sonu arkadaşlarla buluştum. Bilardo oynadık.

-              Eee… Ne olmuş ki?

-    Tıbbiyeli arkadaşlar da vardı. Onlardan birinin kız kardeşi benden hoşlandı ve fotoğrafını verdi.

Soğuk terler döküyordum o an:

-              Senden hoşlandı ve fotoğrafını mı verdi?

-              Evet… Bak istersen.

Yine o “sevgili mezarlığı” gibi cüzdanına gitti eli ve oldukça büyük bir fotoğraf çıkardı. Boydan çekilmiş bir resimdi bu. Fotoğrafa baktığımda şaşkınlıkla:

-              Kız bu mu Haluk?

-              Evet…

-     Haluk bu kız şişman! Yanlış anlama, insanları sadece fiziksel özellikleri ile değerlendiren biri değilim ama bir kız senden hoşlandı diye illa sen de mi ona ilgi göstereceksin? Fiziksel çekim denen bir şey de var.

-          Ben kızların fiziğine fazla takmıyorum ki zaten. Biliyorsun…

Başımdan aşağı kaynar sular inmişti! Haluk bana önceki sene olduğu gibi kesin bir terk konuşması yapmıyordu bu sefer. “Yeni birini buldum. Sen de yavaştan uzayıver.” diyordu resmen! Bu, çok daha acı verici bir deneyim olmuştu benim için.

Kontrolümü kaybetmemeye çalışarak:

-              Ne yapacaksın bundan sonra Haluk? Çıkacak mısın bu kızla?

-              Şimdilik bilemiyorum Dilek. Ama görüşeceğiz. İş ileride çıkma boyutuna da              dönüşebilir.

-      Anlaşıldı… Bunun için bana bağlanma diyorsun ya. Ne kadar yazık… Yine gidiyorsun işte… Üstelik yeni birini ayarlayarak!

-      Böyle düşünme. Çıkarım ya da çıkmam, şimdiden kestiremiyorum… Tek diyeceğim şey, bana bağlanmaman.

Ağlamamak için kendimi zor tutarak Haluk’a veda ettim ve vapura bindim. Kazara ağlasaydım, Haluk’un önceki sene takındığı duygusuz tavra yine maruz kalacaktım, ancak ikinci sefer buna katlanacak gücüm yoktu…

Kavga bile çıkarılabilirdi o an için. Ama ben o kadar tutuktum ki… Kavga ile deşarj olan biri değildim zaten. Sıkıntımı, öfkemi açıkça karşımdakine anlatarak belirtme taraftarı olmuştum her zaman. Ancak öyle bir haldeydim ki, lafı gediğine koyacak kelimeleri seçemiyordum. Yine eziktim karşısında…

“Bağlanma bana” diyordu, kendini hafifletmiş oluyordu ama geç kalınmış bir söylemdi bu. Çok daha önce yapması gereken bir uyarıyı, yeni birini bulunca söylüyordu. Cesaretimi toplayıp da o gece parkta ona “Benden fazla hoşlanmıyorsan görüşmeyebiliriz.” dediğimde yapabilirdi bu açıklamayı. “İlişkimizi devam ettirelim ama sana gelecekle ilgili tutamayacağım sözler veremem.” diyebilirdi, haftalar öncesinden. Son derece bencil bir yaklaşım sergilemişti. İlişkimiz boyunca hiçbir zaman romantik sözlerle ateşli aşık numaralarına yatmamıştı ancak bir tarafı da hep kapalı bırakmıştı… Anca sonuna gelmişken açıyordu… Duygusal zaafımı sonuna kadar kullanmıştı maalesef. İşte bu yüzden de onu hayatım boyunca “satış adamı” olarak hatırlayacaktım…


Hekayenin sonu





İlginç notlar:

1.            İlk terk edilişimin tarihi, 12 Eylül darbesinin 12. yıldönümünün bir gün öncesine rast gelmekteydi. İçimdeki acıyı hafifletmek için olayı makaraya almakta ve Halide’ye sık sık “12 Eylül’ün 12. yıldönümüne bir gün kala, sevgilimden sivil darbe yedim.” diyordum, gülüyorduk…   
        
“Sivil darbe” lafını tamamen kafamdan uydurmuştum. O yıllarda darbeler hemen hiç sorgulanmıyor ve söz edilse dahi “sivil darbe” diye bir terim kullanılmıyordu. O üzüntülü günlerimde, sevgilimin asker değil de sivil olmasına dayanarak türettiğim bu uyduruk terimin, 20 yıl kadar sonra anlı şanlı akademisyen, politikacı ve köşe yazarlarının ağzında sakız olacağını nereden bilebilirdim o genç yaşımda?


2.            Haluk’un “Ben üç sene evlenmeyi hiç düşünmüyorum.” dediği tarihten tastamam üç yıl sonra ben evlendim. Tabii ki bir başkasıyla… Ama asla planlanmış değil, tamamen ilahi bir tesadüf.