Böylelikle bir ay geçiverdi…
Haluk’un döneceği kesin günü
bilemiyordum ama sayılı günler vardı izne gelmesine. Okuldan eve döndüğüm bir
günün akşamı, tam eve adım atar atmaz telefon çalıverdi. Hemen koştum telefona
bakmak için, arayan Haluk’tu! Şaşırmıştım… Hem daha bir buçuk ay tam
dolmamıştı, hem de beni telefonla aramayalı aylar olmuştu. Heyecanımı biraz
bastırarak konuşmaya başladım:
- Aa
Haluk sensin!
- Evet
benim… Şaşırdın mı?
- Henüz
dönmeni beklemiyordum.
- Biraz
erken bıraktılar dağıtım iznine. Eee… Sen neler yapıyorsun bakalım?
- Bildiğin
gibi işte. Okul ev ve şirket üçgeninde dönüp duruyorum.
- Şirketten
arıyorum ben de seni.
- Sahi
mi?
- Evet…
Bizim çocuklara bir görüneyim dedim.
- İyi
yapmışsın. Ne oldu, topluyor musun yine ekibi?
- Toplamak
değil de, ben senle yarın görüşmek istiyorum. Müsait misin?
Nasıl da sevindim bu teklifine…
Yine duygularımı belli etmemeye çalışarak:
- Eee…
Şey… Tabii Haluk. Okul var ama olsun. Öğleden sonraki dersleri kırabilirim. Senin için…
- O
halde öğlen saatinde okula geliyorum ben, oldu mu?
- Oldu…
- Kantinde
buluşuruz.
- Tamam.
- Hoşça
kal o zaman.
- Sana
da Haluk…
İçim içime sığmıyordu, öyle
sevinçliydim ki! Haluk benimle baş başa görüşmek istiyordu çünkü. Bunu hiç
tahmin etmemiştim. Gelince hep beraber toplanırız, onu görmüş olurum böylece
diye düşünüyordum. Bilemiyordum acaba nasıl bir şekilde görüşecek,
konuşacaktık. Arkadaşça dahi olsa onunla baş başa görüşmek beni çok mutlu
edecekti. Anneme de durumu anlattım. O da babama belli etmememi söyledi.
O gece heyecandan hiç uyuyamadım,
sabahı sabah ettim. Okula gittiğimde de nasıl ders dinlediğimi anlayamadım.
Saatler öyle ağır geçiyordu ki, öğle vakti gelmek bilmiyordu sanki. İsmet’e de
Haluk’un görüşme isteğini anlattım, o da şaşırdı “Her şeyin hayırlısı Dilek…
Dur bakalım neler konuşacaksınız? İnşallah iyi olur.” dedi.
Sonunda öğle vakti geldi. Kantine
indim, gözüm hep kantin kapısında… Tam bir arkadaşla konuşmaya başlamıştım ki
Haluk kapıda beliriverdi! Kafası en fazla üç numara traşlıydı, neredeyse
“kabak” gibiydi ama benim için yine de çok çekiciydi. Çok özlemiştim onu…
Kucaklaştık. Oturduğum masaya buyur ettim. Yarım saat kadar lafladıktan sonra,
buradan nereye gideceğimiz konusunda plan yapmaya başladık. Sinemaya gitme
konusunda karar kıldık.
Vasıtaya binmeyecektik. Sinemaya kadar
yürüyecektik. O da en az kırk, kırk beş dakika ederdi. Ben ona okul zamanlarımı
anlattım, o da askerliğini… İstanbul’un çok yakınında bir yere çıkmıştı
dağıtımı, buna da ayrıca sevindim.
Önce bir büfeye girip karnımızı
doyurduk. Sonra sinema salonunun kapısında seans saatini beklemeye başladık. Bu
“arkadaşça” ilişki öyle hoşuma gitmişti ki… Sanki öncesinde hiç çıkmamış ve hiç
de ayrılmamıştık.
Filmin ilk devresi su gibi akıp
gitti… Güzel filmdi, aralarda hafif erotik sahneler de mevcuttu. Ancak filmin
ikinci yarısında, önceki gecenin tüm uykusuzluğu çöktü üzerime. Haluk’un bu
günkü samimiyetine güvenerek ona başımı omzuna yaslamak istediğimi söyledim.
Onayladı… Başımı ona yasladım. Bir beş dakika ya geçmişti ya geçmemişti, belime
sıkıca sarıldığını hissettim. Yavaş yavaş bedenimi okşamaya, dudaklarımı öpmeye
başlamıştı Haluk! Bu duruma çok şaşırdım ancak hiçbir direniş gösteremedim.
Çünkü hem hala onu istiyordum, hem de ruhen ve fiziken bir ilişkiye açtım.
Böylelikle, filmin ikinci
yarısından pek bir şey anlamadan çıktık ikimiz de… Aramızda yaşanan bu son olay
hakkında ne ondan ne de benden hiçbir yorum çıkmadı. Yine aynı şekilde konuşa
konuşa yürümeye başladık. El ele falan da tutuşmadık… Ama çıkıyor muyduk bu
andan itibaren? Kafamı kurcalayan buydu. O bir şey söylemedikçe ben de hiçbir
şey sormamaya karar verdim. Konuşmalarımızın bir yerinde, askerden dönünce yine
buluşup gezebileceğimizi söyledi. Ben de bunu “çıkıyor” olmaya yordum kendimce.
Yürüyüşümüzün sonunda vapur
iskelesine vardık. Haluk beni yolcu ettikten sonra, kendi de yakındaki otobüs
durağından vasıtaya binerek evine gitti. Eve gelince yeniden bir şeylere
başladığımızı anneme anlattım. Şaşırdı ama olumsuz tepki vermedi. “Hayırlısı
bakalım.” dedi. Ertesi günü İsmet’e de açtım durumu, o da aynısını söyledi.
İki gün sonra Haluk’la şirket
içinde de görüştük. Yakınlaşmış olduğumuzu kimseye belli etmemiştik.
Görüştüğümüzün ertesi de dağıtım izni sona erdi ve birliğinin yolunu tuttu. Bir
hafta ya geçmişti ya geçmemişti, şirkete gittiğimde bir arkadaş önüme “Haluk
sana özel olarak iletmemi istedi.” diyerekten birliğinin adresini ve telefon
numarasını bıraktı. Öyle memnun olmuştum ki… “Demek ki içinde kayda değer bir
şeyler var ki, askerdeyken de haberleşmeyi sürdürmek istiyor” diye düşündüm.
Haluk’un askerliği kısa dönemdi
ve terhis zamanı da benim hazırlık sınıfının bitimine denk düşüyordu. Yaklaşık
dört ay… Birkaç kere onu telefonla aradım, muhabbet ettik. Yerinde bulamayıp
ismimi bıraktığım zamanlarda da o geri dönüş yaptı. Böylece bu dört ay da
geçiverdi ve Mayıs sonunda Haluk terhis oldu. Ancak onun terhis olduğunu
kendisinden değil, tesadüfen şirkete uğradığımda öğrendim. Birden Haluk’u
gördüm karşımda! Şaşırdım tabii… Üstelik geleli birkaç gün olmuş bile… Bana
geldiğini hiç haber vermemişti. Bozuldum biraz ama fazla da belli etmedim bu
durumu. Bir iki saat oturduktan sonra, şirketten beraber çıkarak dolmuşlara
doğru yürümeye başladık Haluk’la. Birkaç gün sonra hem sömestr bitiyordu, hem
de bayram geliyordu. Bayram günlerinden birinde buluşmak üzere sözleştik.
Bayramın son günü vapur
iskelesinde buluşup yürüye yürüye Ortaköy’e gittik Haluk’la. Mis gibi bir yaz
başı havasıydı… Ortaköy meydanında o elinde birası, ben de elimde soda ile
oturup laflamaya başladık. Gelecekteki planlarımızdan söz ediyorduk
birbirimize. Benim hazırlık sınıfım bitmişti, yüksek lisans derslerine
başlayacaktım. Tez aşamasında da iş arayacaktım kendime. Haluk karakter olarak
bir şirkette maaşla çalışmak isteyen bir tip değildi. Girişimci ruhluydu ve
geçmişteki iş deneyimlerine dayanarak, birkaç asker arkadaşını da yanına ortak
edip kendine bir şirket kurmayı planlıyordu. Şimdi boştaydı. Oldukça yaşlı olan
babasının da bazı iş planları vardı, bir süre onunla çalışacaktı. Haluk ona
yardım edecekti yaz boyunca.
Bir iki saat kadar sonra kalktık
oradan, yakınındaki parka gittik. Kuytu bir yer buldu Haluk. Çimlere oturduk ve
öpüşüp sarılmaya başladık. Aylar sonra, ilaç gibi gelmişti bu yakınlaşma benim
için…
Parktan ayrıldıktan sonra yine
geldiğimiz gibi, iskelelere doğru yürümeye başladık. Bu sefer el ele
tutuşuyorduk Haluk’la. Havadan sudan laflıyorduk. Bir ara konu yine gelecek
planlarına geldi. Haluk “İleride şu tasarladığım işimi kurup, karım ve
çocuklarımla iyi standartlarda yaşamak istiyorum.” deyiverdi. Onun bu cümlesi
üzerine ben de kendi kendime “İlerideki karım dediğine göre bu ben olabilir
miyim? Şu an çıkıyorsak ve de bunu bana diyorsa neden olmasın?” diye düşünüyor
ancak bu düşünceme öncelikle kendim güvenemiyordum.
Haluk, birkaç çocuklu göçmen bir
ailenin en büyük oğluydu ve yaşamı parasal olarak zorluklarla geçmişti. İyi
standartlarda yaşama arzusunu anlıyordum, herkes iyi şartları isterdi ancak
onunki hırstı, bir tutkuydu. Yavaş yavaş kavramaktaydım ondaki bu yapıyı ve
benim mütevazi hayat anlayışıma hiç uymamaktaydı aslında.
Vapur iskelesine gelince ben
vapura bindim o da evine gitti. Benim için çok hoş bir gün olmuştu ancak bu
buluşmanın ardından günler geçmesine rağmen aramadı beni Haluk. Gerçi şirketten
de duyuyordum haberini, baba oğul hafta içi sonu demeden büyük bir yoğunlukla
çalışıyorlarmış. Babasının moloz yığınları ve iş tezgahları ile dolu ufak bir
atölyesi varmış. Haluk’un ve diğer arkadaşların anlatmasına göre işyeri
böyleydi. Güya orada telefon da yokmuş…
Ancak isteyen insan evden de arayabilir, buluşacak zamanı olamasa da bir
hal hatır sorabilirdi. Zaten sorun da en başından beri buydu, Haluk’un
umursamazlığıydı. Çıkmıyorduk aslında biz, “takılıyorduk”. Hepsi o kadardı...
Bunu sürekli görmezden geliyordum. İkinci kere ilişki yaşıyoruz diye tekrar
beni terk etmeyeceğini düşünüyordum. Oysa ki ilk terk edişi düpedüz bir sırt
çevirişti. Sebepsizdi… Bunu yapan kişi, aynını tekrar yapabilirdi. Ama terk
edilme korkusu öylesine içime işlemişti ki, aklıma bile getirmek istemiyordum
bunu.
On günü aşkın bir zaman geçmişti
ki bir akşam vakti, ben aradım onu, evinden ilk defa. Akşam aradım çünkü işten
dönmüş olma ihtimali fazlaydı bu vakitte. Annesi çıktı, henüz gelmediğini
iletti, ben de ismimi bıraktım. Aynen önceki sene olduğu gibi dönmedi bana… Çok
doğaldı, huylu huyundan nasıl vaz geçsindi ki? Bir iki gün kadar geçmişti ki
şirkete uğradım. Haluk askere giderken kendisinden boşalan yeri doldurması için
bulduğu bir arkadaşı vardı, adı Altan. Çok efendi ve kültürlü bir gençti. Akşam
ailesi eve geç gelecekmiş, bu da arkadaşlara evde yemek yapacakmış. Menemen,
makarna gibi basit şeyler. Maksat muhabbet olsun… Tansel de İstanbul’a gelmiş.
Onu ve iş güç dolayısıyla kolay kolay göremediği Haluk’u çağırmış yemeğe. Beni
de davet etti. İçten içe bayağı sevindim bu teklife. Kabul ettim ve eve geç
geleceğime dair de annemlere telefon ettim.
Sonra bir baktım kapıdan Tansel girdi içeri. Sarıldık, öpüştük. Artık
iyice memleketine yerleşmiş ve orada işe başlamış. Biraz da Halide’den
bahsettik. Mektuplaştığımızı ve rahatının yerinde olduğunu söyledim. Fazla da
bir şey konuşmadık bu konuda. Ne de olsa kırıktı kalbi, çok deşmeye gelmezdi.
Mesai bitince üç kişi taksi
çevirip Altan’ın evinin yolunu tuttuk. Eve vardığımızda, Haluk’u apartman
bahçesinde beklerken bulduk. Biraz erkence gelmiş. Geleceğimi bilmiyordu ama
beni görünce de şaşırmadı. Soğuk bir karşılama da yapmadı, gayet normaldi
tavırları. Eve girdik. Altan yemekleri hazırladı. Güzel bir sohbet eşliğinde
yedik yemeklerimizi.
Yemek bittiğinde bir ara mutfağa
yöneldim. Pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Birkaç dakika geçmişti ki
arkama dönüverdiğimde Haluk’la burun buruna geldim! Sinsice arkamdan dolanmış…
Eline de beni sırtımdan dürtüp korkutacak şekilde biçim vermiş. Çok komikti bu
durumu… Aniden boynuna sarılıverdim Haluk’un… Kapıyı kapattık ve hararetli bir
şekilde sarılıp öpüşmeye başladık. Beş on dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki
dışarıdan Tansel’in sesi duyuldu. Susamıştı, dolaptan su almak istiyordu.
Alelacele toparlanıp kapıyı açtık. Tabii ikimize de manalı manalı bakıyorlardı,
anlamışlardı içerideki vukuatı.
Bir süre daha hep beraber salonda
oturup sohbet ettikten sonra evden çıktık. Önce Tansel ve Altan bindiler
asansöre. Haluk’la ben ise onlardan sonra… Asansörde ayak üstü, beni günlerdir
aramadığını, ben arayıp not bıraktığımda da geri dönmediğini fazla sitemkar
tavırlara girmeden belirttim. Haluk’un buna mazereti ise iş yoğunluğu oldu
yine…
Günler, haftalar geçiyordu ve
Haluk aramıyordu maalesef… Bir yandan çok üzülüyordum için için, aileme de
belli etmek istemiyordum. Haluk’un terk edişinden sonraki üzgün halime vakıf
olmuşlardı zaten. Bir yandan da “İkinci kere terk etmez. Öyle olsa, neden
tekrardan dönsün ki bana?” düşüncesi ile avutuyordum kendimi. Şirketin
projelerinde görev almayalı da çok olmuştu. Sadece Önder ve Çağlar’ı görmek
için uğruyordum oraya. Tabii bir de Haluk’a rastlarım diye. Bazı zamanlar
babasının yanından kaçıp geliveriyordu şirkete. Rastlantıya dayalı
karşılaşmalar yaşıyorduk maalesef.
Önder’den şirketin Marmaris
taraflarında bir projesi olduğunu duymuştum. Yaz zamanıydı ve iş için bile olsa
biraz kafa dağıtmak iyi olacaktı benim için. Şirkete telefon ettiğimde projenin
iptal edildiğini öğrendim. Biraz üzülmüştüm bu duruma. Azıcık hava
değişikliğine ihtiyacım vardı çünkü… Telefonu kapattıktan sonra birkaç dakika
geçmişti ki tekrar telefon çaldı. Açtım ki Haluk! Nasıl da şaşırdım… Haftalarca
aramayan adam, aramıştı işte. Tabii ki aklına durduk yerde gelmemiştim, telefon
ettiğim sıra o da şirketteymiş. Bu bile iyiydi… Bana, Altan’ın benim oturduğum
semtin yakınlarında bir işi olduğunu ve akşam saatlerinde onunla birlikte oraya
geleceğini söyledi. Buluşmak istiyordu. Sevinçten uçuverdim!
Tren istasyonunda buluşup, sahile
indik. Sahil kenarındaki kayaların üzerine oturduk. O işlerinden bahsetti, ben
de geçen günlerimden. Bir süre böyle lafladıktan sonra, montunun içinden bir demet
pembe gül çıkarıp bana uzattı Haluk! Hem şaşırmış, hem de sevinçten deli
olmuştum. Bir erkekten aldığım ilk çiçeklerdi bunlar… Sarıldım ona, çok
teşekkür ettim. Çiçek vermesini, beni hakikaten seviyor olmasına yordum.
Şüphesiz ki yanılıyordum… İlgisizliğinden dolayı büyük ihtimal “kendini
affettirme” çiçekleriydi bunlar. Kim bilir, belki de Altan’ın fikriydi… O akıl
vermiş olabilirdi. Bunlar da aklımdan geçti ama konuyu hiç deşmedim. Kendimi
olayın güzelliğine kaptırdım. Yine bir süre sarılıp öpüştük…
Vakit iyice geç olmuştu ve
Altan’la dönüş zamanı gelmişti. Haluk, İstanbul’un karşı yakasında oturuyordu
ve ikimizin evleri birbirine çok uzaktı. İstanbul’un iki ayrı ucunda yaşıyorduk
neredeyse… Kalktık kayalıkların üzerinden, bir elim Haluk’ta bir elim çiçeklerde,
mutlu mesut bir şekilde yürümeye başladık caddeye doğru. O, Altan’la buluşacağı
yere gitti, ben de evime. İnanılmaz mutlu döndüm o gece…
Güllerden sonra da değişen bir
şey olmamıştı aslında. Yine günlerce aramıyor, ben evini aradığımda büyük ihtimal
olmuyor, geri dönüş de yapmıyordu. Bir de semt arkadaşlarımla görüşmelerim
iyice azalmıştı. En yakın çocukluk arkadaşım Ferihan, yaz tatillerinde geçici
bir işte çalışmaya başlamıştı. Önceki sene çok sıklıkla buluşuyor, geziyor ve
ilişkilerden de bol bol bahsediyorduk. Haluk’tan ne çok konuşmuştuk o sene… Ama
artık dertleşeceğim kimse yoktu. İsmet memleketine gitmişti. O da Halide gibi
İstanbul dışından okumaya gelmiş bir öğrenciydi. Allah’tan lisansüstü döneminde
tekrar gelecekti ve yine beraber okuyacaktık onunla. Halide ile sık sık
mektuplaşıyorduk. Olanı biteni, Haluk’u, Çağlar’ı anlatıyordum ona. Buralardan
haber almak istiyordu. Haluk’la yeniden çıkmaya başladığımızı da yazmıştım.
Oraya gittikten bir iki ay kadar sonra İrlandalı bir gençle tanışmış. Çocuk
bunu çok beğenmiş. Hatta beğeninin ötesinde sevmiş ve ciddi olarak beraber olup
evlenmek istiyormuş. Mutlu olmuştum onun adına…
Yine uzun zamandır irtibatın
kurulamadığı günlerden birinde aradım Haluk’u ve tam işe gitmek üzereyken
yakaladım. Buluşma isteğime “işe gidiyor olma” mazeretiyle olumsuz yanıt verdi.
Kötüye yormadım… İşse işti ve zaten şirketteki çocuklardan da hep duyuyordum,
hafta içi ya da sonu fark etmeksizin babası ile atölyede uğraştıklarını. Zaman
zaman kendine boşluklar açıyordu Haluk. Ancak bu zaman boşluklarında benim
sıram en sonlarda geliyordu maalesef.
Telefonu kapattıktan bir süre
sonra yine çaldı. Açtım ki Halide… Halide stajı henüz tamamlamamış, ancak yaz
tatili için birkaç gün izin koparmıştı. Önce memleketine ailesine gelmiş, sonra
da İstanbul’daki öğrenci evine geçmişti. Diğer iki kız arkadaşı hala
kalıyorlardı o evde. Halide ile izne geldiği ilk günlerde de haberleşmiştik.
Benden önce şirketteki birkaç samimi arkadaşa da telefon etmiş. Hep beraber
buluşmak, görüşmek için… Gelip gelemeyeceğimi sordu, “gelirim” dedim. Madem
Haluk’la görüşemiyorum, bari arkadaşlarla ve Halide ile takılmak iyi gelirdi.
Fakat Halide pat diye “Şimdi Haluk’u aradım, tam işe giderken yakaladım, o da kırmadı
beni geliyor.” demez mi? Daha önceki birçok karşılaşmamıza tesadüfi olsa dahi
sevinen ben, bu sefer Haluk’u da görecek olmaya hiç de sevinememiştim. Demek iş
bahanesiyle benle buluşmak istemeyen Haluk, söz konusu diğer arkadaşlar ve
Halide olunca işini bir tarafa bırakıp gelebiliyordu! Bu sefer bir punduna
getirip ciddi ciddi konuşacaktım Haluk’la. Sırf bu yüzden gelmeyi kabul ettim.
Halide ile ikimiz önceden
buluştuk. Aylardır görüşmüyorduk, ne kadar da özlemiştik birbirimizi… Hasret
giderdik. İkimizin de anlatacağı çok şeyler vardı. İrlandalı delikanlıyı sordum
ona, çok seviyormuş Halide’yi, hemen evlenmek istiyormuş. “Asla yurtdışına
yerleşmem ve asla bir yabancı ile evlenmem dedim. Ama bak kısmete… Neler
oluyormuş hayatta… Sen de Haluk ile ilgili şartlandırmalar yapma kafanda.
Kısmet bu, ne olacağı belli mi olur? İlk çıktığın kişi başka oluyor tabii. Onu
gözünde büyütüyor insan. İlkler unutulmaz asla… Çağlar da benim için öyle.
Hayatıma giren ilk erkek olduğu için, yeri daima başka olacak. Ama olmadı işte.
Kısmetten ötesi yok.” dedi Halide. Haklıydı… Ancak Halide daha başka birçok
konuşmasında da “İlkler başkadır, unutulmaz.” diyordu sürekli. Bu da Haluk’un
gözümde daha çok büyümesine yol açıyor, bağlılık hislerimi kuvvetlendiriyordu.
Arkadaşın arkadaşı bilmeden etkilemesi denen şey bu olmalıydı…
Buluşma yerimiz yine Ortaköy
meydanıydı. Akşam saatlerine doğru Halide ile meydana geldik. Sonra bir bir
diğer arkadaşlar da damladılar. Haluk henüz gelememişti, çünkü işlerini ne
zaman bitirirse o zaman geleceğini bildirmiş Halide’ye. Haluk’a karşı nasıl bir
tutum sergileyeceğimi hala kestiremiyordum. Zaten tavırlar alan, kaprisler
yapan, hesap soran bir tip değildim. İçimden geldiği gibi, doğal davranacaktım.
Ama mutlaka bir punduna getirip, Haluk’la kesin konuşacaktım o gün. Çok ilgisizdi
bana karşı. Bu ilişki hiç tatminkar değildi. İyiye de gitmiyordu… Tüm
cesaretimi toplamıştım. Her tür cevaba ve duruma hazırlıklıydım.
Yaz zamanıydı ve akşam ezanı
çoktan okunmuştu. Saat akşamın dokuzunu biraz geçiyordu ki Haluk da göründü
sonunda. Tüm arkadaşlar konuştuk, gülüştük, bir şeyler içtik meydanda. Zaten
geç vakitte buluşmuştuk ve zaman da su gibi akıp gitmişti. Saat gece yarısını
çoktan geçmişti ki, kalktık hep birlikte ve birbirimize iyi geceler dileyip
evlerimizin yolunu tuttuk.
Çok geç olduğu için, Haluk’u
askere uğurladığımızın gecesi kaldığım akrabamın evinde yine kalacaktım. Oraya
varana kadar Haluk bana refakat etti. Yol üzerinde bir park vardı. Haluk’un
yönlendirmesiyle parka daldık. Bir banka oturup sarılıp, öpüşmeye başladık
yine… Bir süre sonra Haluk’a:
- Haluk
bir şey soracağım sana.
- Sor…
- Bak Haluk… Beni
fazla istemiyorsan, pek de hoşlanmadı isen açıkça belirt ve artık görüşmeyi de
keselim.
- Nereden
çıkardın ki bunu şimdi?
- Nereden çıkması
var mı? Bugün arayıp buluşmak istediğimde “İşlerim çok yoğun, ne zaman biteceği
belli olmaz, çok zor vs.” dedin. Ama üzerine Halide arayınca ona tamam dedin.
Benle tek buluşmaya gönülsüzken, iş diğer arkadaşlarla topluca buluşmaya
gelince tam tersi bir hal aldı. Daha ne olsun? Bir de günlerdir hiç arayıp
sormayışların eklenince bu düşünceye kapıldım.
- Ama gördün işte,
tam bir geliş zamanı saptayamadım ve hepinizden çok daha geç geldim buluşmaya.
Şimdi sen orada tek olsan, bu kadar saat yalnız başına bekletmek iyi olur
muydu? Belki de işin çok uzamasından dolayı hiç gelemeyecektim. Bunu haber de
veremezdim. Sen de yapayalnız gece yarılarına kadar boşuna oturacaktın. Bunun
için sana telefonda olumsuz yanıt verdim.
Çok tatminkar bir yanıt alamasam
bile, açıklamaları mantıklı sayılabilirdi. Cep telefonunun ilk çıktığı yıldı ve
halkın neredeyse yüzde doksan dokuzu cepsiz geziyordu. Bir kişinin gecikeceğini
ya da son anda gelemeyeceğini haber verebilmesinin imkanı yoktu. Beklerken ağaç
olma ihtimalleri daima yüksekti.
İçim pek rahat etmemişti ama
fazla da uzatmadım. O cesaretli olduğum ruh halinde Haluk bana “Seninle
ilgilenemiyorum. Yürütemiyoruz, ayrılalım.” deseydi, ilk terk edilişimdeki
üzüntüyü duymaksızın rahatça ayrılabilecektim o anda. Ama bunu demedi. Bunu
demeyişi de beni ona daha çok bağlamaya yetti.
Hazır ilişkimiz üzerinde
konuşmaya başlamışken, bir konu daha açtım:
- Haluk, biliyorsun
ben tecrübesiz bir kişiyim. Sarılıp öpüşüyoruz, birbirimize dokunuyoruz çok
hoşuma gidiyor ama bu sana yetmeyebilir. Daha tatminkar ilişkiler
yaşayabilirsin. Niye oyalanıyorsun ki benle bunca zamandır? Açık konuşalım…
- Öylesini istesem
onu yaşardım. Demek ki istemiyorum… Bir de sen beni hayatına sürüsüyle kadın
girmiş biri zannetme. Oldu ilişkilerim tabii ama makul sayıda. Kazanova kılıklı
biri değilim ben.
- Sen
de şunu bil ki, tensel her türlü temasımızı sevgi duyarak yaşıyorum.
- Öyle
de olmalı zaten. Sevgisiz cinsellik yaşayan kadınlara ne denir bilirsin…
Evet… Sevgi hissetmeden
cinselliğini yaşayan kadınlara ne denildiğini ben de çok iyi biliyordum.
Üstelik bu toplumsal yargıyı da destekliyordum o zamanlar. Sevgi ile cinselliği
ayıracak olgunlukta değildim. İkiyüzlü tabulardan sıyrılamamıştım henüz, çok
genç ve tecrübesizdim…
Halide, izin süresi dolar dolmaz
yine yurt dışına gitmişti. Artık orada sözünü ettiği İrlandalı çocuk ile bir
süre yaşayacak, anlaştıklarını anladıkları anda da evleneceklerdi. Yazın
sonlarına yaklaşmıştık, günler akıp gidiyordu. Haluk’la ilişkimizde hiçbir
kayda değer gelişme yoktu, kopukluk devam etmekteydi.
Yine şirkete uğradığım bir gün,
geleli daha birkaç dakika geçmişken, insan kaynaklarındaki arkadaş “Dilek
sana…” diye telefonu uzattı. Bir baktım Haluk! Şirket, altlı üstlü iki apartman
dairesinden oluşuyordu. Haluk üst kattaymış, geldiğimi duyunca da aşağı katı
aramış. Haluk’un yoğun geçen iş günlerinden çaldığı bir şirket kaçamağı ve yine
tesadüfi bir karşılaşma… Ama yine de içimde bir sevinç… Şirkette bir süre
oturup lafladıktan sonra birlikte dışarı çıktık. Haluk:
- Dilek, ben bu hafta
sonu iki günlüğüne fakülteden arkadaşlarımla Çanakkale’ye tatile gideceğim.
Şirketten Altan da gruba dahil…
- Ne
güzel işte Haluk… Yaz boyu çok yoğun çalıştın. Biraz dinlenirsin.
- Sen
de gelir misin?
- Yaa!
Sahi mi?
- Evet Dilek. Gel
işte… Küçük bir tur şirketi var. Onunla gidiyoruz. Rezervasyonlar henüz
kesinleşmedi. İki gün içinde yaptırırsan sen de gelirsin.
- Ahh!..
Gelmek istemez miyim hiç?
Haluk’la yürüye yürüye vapur
iskelesine geldik. Beni vapura bindirdikten sonra o da evinin yolunu tuttu.
İçim içime sığmıyordu çünkü ilk defa “sevgiliyle tatil” olayına girecektim. Eve
varıp konuyu aileme açtığımda olumlu karşıladılar. Ne de olsa grupla
gidiyorduk… İçinde sevgili olsa bile, arkadaşlarla tatile gidiyor olmak, sevgiliyle
yaşanabilecek olası temasları düşünmeyi engelliyordu.
Ertesi günü gerekli parayı
bankaya yatırdım ve iki gün sonra da bavulumu hazırlayıp evden çıktım. Önce şirkette
toplanacak, mesai bitince de ben, Haluk ve Altan, diğer arkadaşlarla buluşmak
üzere Taksim’e gidecektik. Otobüs gece yarısı on ikide hareket ediyordu. Her
şey planlandığı gibi gitti. On ikide otobüsümüz kalktı.
Çanakkale’ye vardığımızda saat sabahın
sekiziydi. Tam sahil kenarında küçük, sevimli bir otele gelmiştik. Yaz sonu
olduğundan bizden başka genç grup yoktu. Müşterisi azdı ve olanlar da
yaşlılardı. Ama çok hoş bir yerdi… Arkadaşlarla hep birlikte kahvaltı yaptık
otel bahçesinde. Havası mis gibiydi buranın ve sundukları yiyecekler, domates,
peynir, zeytinyağı hepsi halis ve tazeydi.
Haluk’la benden başka üç çift
daha vardı aramızda. Altan ise tekti. Kahvaltı faslından sonra sıra odalara
çekilmeye gelmişti. Herkes yorgundu. Öğlen saatine kadar dinlenip, sonra
bahçede buluşmaya karar verdik. Benim ise o sıra kalbim başka türlü atmaktaydı.
Bakalım Haluk’la baş başa kalınca ne olacaktı?
İçeri girdiğimizde bavulumu bir
köşeye bırakıp, içinden de rahat ve temiz bir şeyler alıp hemen tuvalete
girdim. Elimi yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Pis ve pasaklı bir görüntü
vermek istemiyordum. Tuvaletten çıktığımda Haluk yatağa girmişti bile! Çıplak
değildi, sadece pantolonunu çıkarmış, tişörtüyle uzanıyordu. Çekingen adımlarla
yatağa gittim, örtüyü kaldırdım ve yanına uzanıverdim. Tam gözümü kapıyordum ki
Haluk :
-
Eee… Uyuyacak mıyız hemen?
- İyi de otobüste bütün gece neredeyse uyumadık.
Hele bir uyuyalım. Sen yorgun değil misin peki?
Birbirimize öylece baktık…
İkimizin de aklından geçen şey aynıydı aslında. Birden bire üzerimizdekilerin
hepsini çıkardık ve…
Sevişmemiz bittiğinde Haluk hemen
bir sigara yakıp yatakta içmeye başladı. Bana da şaka yollu:
- Şimdi
bu adam zevkini aldı, sigarasını yaktı diyeceksin.
- Olur
mu Haluk, saçmalama… Alışkanlığım olsaydı, büyük ihtimal ben de yakardım.
- Çoğu kız
arkadaşım bakireydi. Onlarla olan temaslarımın hepsi de bekarete dokunmadan
yaşandı. Aynen senle olduğu gibi… Dur sana cüzdanımı göstereyim. Bazılarının
fotoğrafları vardır bende.
- Eski
kız arkadaşlarının resimlerini mi saklıyorsun hala Haluk?
- Evet…
Neden saklamayayım ki? Senin de resmin bulunsun. Tabii verirsen…
Önceki sene, daha Haluk’la
çıkmaya başlamadan önce Halide “Haluk ilişki yaşadığı tüm kız arkadaşları ile
sonradan arkadaş olmuştur. Olur da ayrılırsanız arkadaşlığı devam eder.”
demişti. Ben bunu o zaman, ilişkiler konusundaki tecrübesizliğimden dolayı
tamamen iyiye yormuştum. Uyuşmazlıklarla, çatışma yaşayarak, kavga dövüş
ayrılmıyordu. Bu iyi bir şeydi ancak belli ki Haluk anlaşmazlıklardan dolayı
değil, büyük ihtimal hevesi kaçtığı anda terk ediyordu. Geçen seneki ilk
birlikteliğimizin sonunda aynen bana yaptığı gibi…
Haluk’un uzattığı cüzdanındaki
resimlere bakarken, pek de güzel tipler olmadığını fark ettim. Çok şaşırmıştım!
Haluk bu kadar zevksiz bir adam mıydı? Çıktığı her kızın fotoğrafı yoktu ama bu
gördüğüm iki üç tanesi, vasat tip bile sayılmazlardı. Bir yorum getirmedim…
Oysa ben özellikle son iki yıldır oldukça güzelleşmiştim. Sıska-uzun Safinaz
tipim azıcık şekillenmiş, yüz hatlarım daha da oturmuştu artık. “Kim bilir, belki de çıktığı en güzel kız
benimdir.” diye geçirdim içimden.
Cüzdanı tekrar ona uzatırken:
- Kimlerdi
bunlar? Okuldan falan mı?
- Yok… Beni askere
uğurlarken görmüştün hani, o tıbbiyeliler grubundan kızlardı bunlar. Hatta bir
tanesi sevgilisiyle gelmişti.
- Evet…
Hatırlıyorum, ağzına çatalla meze verdiydi.
- Bildin
işte, o benim eski kız arkadaşımdı.
- Belli ediyordu
zaten. Diğerlerinden daha bir içli dışlıydı senle. Yanında erkek arkadaşı olsa
bile…
- Ama
şimdi sadece arkadaşım. O kadar…
Kısa bir duraksama oldu. Haluk:
- Yalnız şu da var
Dilek. Ben en az üç sene, yani yirmi yedi yaşıma kadar evlenmeyi düşünmüyorum.
- Zaten ne gereği
var Haluk… Daha çok gençsin. Askerden yeni geldin. Yeni bir iş kuracaksın. Bir sürü
uğraşı var önünde yapman gereken.
- Yani
öyle… Bunu bil de…
Üç yıl sonra ben de yirmi beş
olacaktım. Benim için en uygun evlilik yaşıydı... Ama Haluk benimle olan bir
evliliği mi ima etmişti, “Üç yıl daha bekle” mi diyordu yoksa “Şu an evliliğe
hazır değilim ve üç yıl sonrası için de sana herhangi bir söz veremem. ” demeye
mi getiriyordu? Kafamı o kadar karıştırmıştı ki… Konuyu biraz daha
netleştirecek soruları soramadım ona. Çünkü üzerimde birkaç gün öncesinin
cesareti yoktu. Sevgilimle tatildeydim işte, mutluluğumu bozmak istemiyordum. O
yüzden de konuyu fazla deşmedim.
Mışıl mışıl tatlı bir sabah
uykusundan sonra, öğle üzeri otel bahçesinde diğer arkadaşlarla buluştuk. İlk
günü denize girip güneşlenmekle geçti. Aramızda sözlü bir çift vardı. Diğerleri
de büyük ihtimal birlikte yaşıyordu. Onları gözlüyordum ara sıra… Çok el ele,
dip dibe değildiler ancak aralarındaki bağlılık hissediliyordu. En kopuk çift
bizdik, anlıyordum bunu.
Zaman çok keyifli ve hızlı
akmaktaydı… Denize giriyor, güneşleniyor, otelin bahçesinde oturup bir şeyler
içerek sohbet ediyorduk. Bir ara, tanımadığım bir kız eşiyle geldi otele.
Haluk’a sordum, meğerse şirketin eski çalışanlarındanmış. Onlar da
Çanakkale’delermiş. Nasıl olduysa haberimizi almışlar, ziyarete gelmişler. Haluk
benimle yalnız kaldığı bir vakit, kız hakkında:
- Çok
severim onu. Harbi kızdır. Hakkını ezdirmez…
- Nasıl
yani? Daima haklının yanında mıdır? Haklıyı mı savunur?
- Yok yaa… Kendi
hakkını çok iyi savunur. Kimseye ezdirmez… Ne yapacak başkasının hakkını savunup
da?
Hiçbir şey diyememiştim yine…
Evet, insanın kendi hakkını savunup, ezilmemesi çok güzel bir şeydi ancak hakkı
yenen bir insanın yanında yer almanın nesi gereksiz olabilirdi? Haluk’taki bu
bencil yapı tanıdıktı aslında. Askere uğurlama yemeğinde Çağlar’la tartışması
da bu tip bir sebeptendi.
Gündüz güneş ve denizle,
geceleyin de kumsalda yakılan ateşin başında ellerde şarap kadehleriyle geçirilen
iki güncük tatil de jet hızıyla sona ermişti. İstanbul’a varıp eve döndüğümde,
üzerimde keyifli günler geçirmenin verdiği mutluluk hissi yerine, bir sıkıntı
peydah olmuştu. Haluk’un benden iyice
uzaklaştığını hissediyordum.
Eylül ayı gelmiş ve okulların
açılmasına az bir zaman kalmıştı. Tatil dönüşünden on gün kadar sonra, yine bir
şirket ziyaretim esnasında tesadüfen Haluk’la karşılaştım. Spontane görüşmelere
çoktan alışmıştım zaten… Tek alışamadığım Haluk’un soğukluğuydu. Aramaz sormaz
ilgisiz biri olsa da, her görüşmemizde sıcak tavırlar sergileyen Haluk, şimdi
buz gibiydi. Ayrıca babasıyla giriştikleri işlere de son vermişti birkaç gün
önce. Artık tamamen boştaydı.
Mesai sonunda arkadaşlarla hep
birlikte çıktık şirketten. Haluk’la ben, onlardan ayrılıp iskeleye doğru
yürümeye başladık. Vapur gelene kadar biraz oturmayı teklif ettim. Oturduk.
Haluk bir sigara yaktı:
- Dilek…
Bana fazla bağlanmanı istemiyorum.
- Nasıl
yani?
- Bana
bağlı olma, yani gelecekle ilgili plan yapma.
Yavaş yavaş gerilmeye
başlamıştım:
- Haluk sen nasıl
bir kız istiyorsun? Geçen seneden beri anlamış değilim. Acaba tuttuğunu
koparan, hırslı, kendini ezdirmez, iş hayatı olan, çevresi geniş birini mi arıyorsun?
Ben hala okuyorum, öğrenciyim… Bu sebeple şu anda bu vasıfların hepsine birden
sahip olamam. Henüz hayatın başlarındayım, her yönden…
- Hiç alakası yok…
Sadece tek istediğim bana bağlanmaman. Bir gelecek düşünmemen. Bak ben bu hafta
sonu arkadaşlarla buluştum. Bilardo oynadık.
- Eee…
Ne olmuş ki?
- Tıbbiyeli
arkadaşlar da vardı. Onlardan birinin kız kardeşi benden hoşlandı ve
fotoğrafını verdi.
Soğuk terler döküyordum o an:
- Senden
hoşlandı ve fotoğrafını mı verdi?
- Evet…
Bak istersen.
Yine o “sevgili mezarlığı” gibi
cüzdanına gitti eli ve oldukça büyük bir fotoğraf çıkardı. Boydan çekilmiş bir
resimdi bu. Fotoğrafa baktığımda şaşkınlıkla:
- Kız
bu mu Haluk?
- Evet…
- Haluk bu kız
şişman! Yanlış anlama, insanları sadece fiziksel özellikleri ile değerlendiren
biri değilim ama bir kız senden hoşlandı diye illa sen de mi ona ilgi
göstereceksin? Fiziksel çekim denen bir şey de var.
- Ben
kızların fiziğine fazla takmıyorum ki zaten. Biliyorsun…
Başımdan aşağı kaynar sular
inmişti! Haluk bana önceki sene olduğu gibi kesin bir terk konuşması yapmıyordu
bu sefer. “Yeni birini buldum. Sen de yavaştan uzayıver.” diyordu resmen! Bu,
çok daha acı verici bir deneyim olmuştu benim için.
Kontrolümü kaybetmemeye
çalışarak:
- Ne
yapacaksın bundan sonra Haluk? Çıkacak mısın bu kızla?
- Şimdilik
bilemiyorum Dilek. Ama görüşeceğiz. İş ileride çıkma boyutuna da dönüşebilir.
- Anlaşıldı… Bunun
için bana bağlanma diyorsun ya. Ne kadar yazık… Yine gidiyorsun işte… Üstelik
yeni birini ayarlayarak!
- Böyle düşünme.
Çıkarım ya da çıkmam, şimdiden kestiremiyorum… Tek diyeceğim şey, bana
bağlanmaman.
Ağlamamak için kendimi zor
tutarak Haluk’a veda ettim ve vapura bindim. Kazara ağlasaydım, Haluk’un önceki
sene takındığı duygusuz tavra yine maruz kalacaktım, ancak ikinci sefer buna
katlanacak gücüm yoktu…
Kavga bile çıkarılabilirdi o an
için. Ama ben o kadar tutuktum ki… Kavga ile deşarj olan biri değildim zaten.
Sıkıntımı, öfkemi açıkça karşımdakine anlatarak belirtme taraftarı olmuştum her
zaman. Ancak öyle bir haldeydim ki, lafı gediğine koyacak kelimeleri
seçemiyordum. Yine eziktim karşısında…
“Bağlanma bana” diyordu, kendini
hafifletmiş oluyordu ama geç kalınmış bir söylemdi bu. Çok daha önce yapması
gereken bir uyarıyı, yeni birini bulunca söylüyordu. Cesaretimi toplayıp da o
gece parkta ona “Benden fazla hoşlanmıyorsan görüşmeyebiliriz.” dediğimde
yapabilirdi bu açıklamayı. “İlişkimizi devam ettirelim ama sana gelecekle
ilgili tutamayacağım sözler veremem.” diyebilirdi, haftalar öncesinden. Son
derece bencil bir yaklaşım sergilemişti. İlişkimiz boyunca hiçbir zaman romantik
sözlerle ateşli aşık numaralarına yatmamıştı ancak bir tarafı da hep kapalı
bırakmıştı… Anca sonuna gelmişken açıyordu… Duygusal zaafımı sonuna kadar
kullanmıştı maalesef. İşte bu yüzden de onu hayatım boyunca “satış adamı”
olarak hatırlayacaktım…
Hekayenin sonu
İlginç notlar:
1. İlk terk edilişimin
tarihi, 12 Eylül darbesinin 12. yıldönümünün bir gün öncesine rast gelmekteydi.
İçimdeki acıyı hafifletmek için olayı makaraya almakta ve Halide’ye sık sık “12
Eylül’ün 12. yıldönümüne bir gün kala, sevgilimden sivil darbe yedim.”
diyordum, gülüyorduk…
“Sivil darbe”
lafını tamamen kafamdan uydurmuştum. O yıllarda darbeler hemen hiç
sorgulanmıyor ve söz edilse dahi “sivil darbe” diye bir terim kullanılmıyordu.
O üzüntülü günlerimde, sevgilimin asker değil de sivil olmasına dayanarak türettiğim
bu uyduruk terimin, 20 yıl kadar sonra anlı şanlı akademisyen, politikacı ve
köşe yazarlarının ağzında sakız olacağını nereden bilebilirdim o genç yaşımda?
2. Haluk’un “Ben üç sene evlenmeyi hiç
düşünmüyorum.” dediği tarihten tastamam üç yıl sonra ben evlendim. Tabii ki bir
başkasıyla… Ama asla planlanmış değil, tamamen ilahi bir tesadüf.