24 Ekim 2016 Pazartesi

Kişisel gelişim maceram

Hayatım boyunca, insanlar ve olaylarla aramdaki ilişki şekilleri ve karşılaştığım durumlar, üç başlıkta toplanıyor:


1. Böyle ayakları yere basmayan, aşırı olumlu, dualar edelim, Evren'e pozitif enerji yayalım da güzel şeyler görelim, nasılsa daima hakkımızda hayırlı şeyler yaşayacağız, olayları akışına bırakalım da her şey süper gelişsin zihniyetinde, neredeyse aptallığa varan bir saflık... Secret'vari öğretilerin aklı ve sezgiyi devre dışı bırakan bir kafa güzelliğinde insanları ve olayları yorumlamalar...

Bu durumum ergenliğimi, ilk gençlik yıllarımı çokça kapsamıştır. Hatta neredeyse 30 yaşıma kadar da sürmüştür:) Bu dönemimde tamamen şans eseri karşılaştığım iyi durumlar ve insanları, daima bu tarz düşüncemin eseri sayarken, tabii ki yine şans eseri karşılaştığım tüm olumsuz şeylerde de adeta poposu üzerine hızla yere çakılan insan misali çeşitli şoklar yaşamış ve "Eee ama ben hep pozitif düşündüm, dualar falan ettim böyle mutlu mutlu gülümseyip gezdim, şimdi niye bu haller?" diye şaşkınlıklara uğramışımdır! Eee aklı ve sezgileri devre dışı bıraktığında böyle oluyor işte, Secret tarzı şeyler yapmakla dünya sana iyi yüzünü göstermiyor. Kısacası hayat, büyük sayı tutturmak niyetiyle zar atılan bir kumar değil...


2. Gayet arabesk, mutsuz ve hayata karşı isyankar, ahh bu insanlar pek fenadırlar, erkekler hep biz kadınları kullanır, şöyledir böyledirler, şöyle hareket edelim, böyle taktikler yapalım da insanların gözünde değerli olalım, insanlar bizi sevsin, ilgilensin, pek bi muhtacız ilgi, sevgi ve alakaya kafası... Daha ziyade insanların beni benimsemesi için bir takım taktikler ve kurallar uygulamak değil de, tam tersi istediğim şekilde özgür, "kendim gibi", dürüstçe davranıp ama içten içe de bundan korkmak "Yaa acaba taktiksiz, kuralsız yanlış mı yapıyorum, ya benimsenmezsem, ya sevilmezsem, ya terk edilirsem, ya ret edilirsem" kafası diyeyim, daha bi bana uyar. 30'larımın ortalarına kadar zaman zaman bu dönemlere girip çıktım diyeyim...

İşte bu ikinci maddeye giren ruh halim, içinde bulunduğum toplumun çok az bir kesimi hariç, neredeyse herkeste gördüğüm, gözlediğim ruh hali, yaşamayan kadınlar, erkekler, yaşamayan insanlar, zombiler topluluğu... Ne kendine dürüst, ne hayata ne de başka insanlara... Net değil, açık değil, korkuyor, açık davransa, dürüst olsa da korkuyor, olmasa da korkuyor. Hem herkesleri yargılıyor hem de yargılanmaktan korkuyor. Eline toplum tarafından verilmiş belli bir şablon var, ona göre davransın ki makbul insan, makbul kadın - erkek, ana baba, eş, sevgili vs. olsun. Çocukları ayrı tutarım, bilirsiniz çocukluk, hayatın en açık, net, dürüst dönemidir. Bu yüzden insanlar sıklıkla "Ahh çocukluğuma geri dönsem ya" diye hayıflanır.

Şimdi, yadsınamayacak bir gerçeklik vardır dostlar: Kimse kendisinin ilgisini, sevgisini ve onayını kazanmak için öz kişiliğinden, dürüstlüğünden ve özgür davranışlarından feragat edip kendisine neredeyse köle haline gelmiş insanlara saygı duymaz. Bu kişi karşıt cins sevgili, eş, partner olur, arkadaş olur, akraba olur, iş ilişkisi yaşadığı biri olur vs. Bir kişi egosunu okşayan, kendisinden sevgi ve ilgi koparmak için çaresizce üzerine düşen "makbul insan, makbul arkadaş, makbul kadın ya da erkek" sosyal rolüne bürünmüş kişiyi sevebilir, kendine iyi arkadaş, eş, dost yapabilir ama bu sevginin, ilginin ve ilişkinin süresi de bir yere kadardır. Temelinde saygı yok çünkü...

Etrafta bir sürü akrabalık, arkadaşlık ve kadın erkek ilişkisi var ve bi bakıyorsunuz görüntüde çok şık, çok güzel görünen şeyler "ek yerlerinden" tek tek koparak acı sona ulaşmış... Çünkü taraflardan en az birisi, muhtemelen yalnız kalma korkusu ile karşısındakinin gözünde kabul görmek için kendi öz karakterinden ve özgürlüğünden feragat etmiş, bilinçsizce "oynamış"... Ama dünyada sürekli oynayan bir tiyatro oyunu göremezsiniz, eninde sonunda biter. Toplumumuz yalnız kalmamak korkusu yüzünden bilinçsiz ve çaresizce makbul vatandaş çerçevesi içine girmeye çalışan kadın ve erkeklerle dolu. Ataerkil yapımız olduğundan kadınlar daha da çaresiz, bir de "Bacak arasındaki namusu muhafaza etme" (!) çabası içinde... Bir süreliğine elde edilen sevgi, ilgi ve mutluluk hissi, er ya da geç yerini yalnızlığa bırakıyor, dedim ya, sevgi, ilgi, arkadaşlık ya da "eş statüsü" (!) kazanmak için özgürlükten ve şahsiyetten vaz geçişler, önce kendine olan saygıyı bitiriyor, kişinin kendine olan saygısı bitince başkasının da ona saygı göstermesi imkansız hale geliyor.

En aptal kişi bile, karşısındakinin kendinden vaz geçişini, ilgi arayışı içinde taktik uygulayışını "hisseder, sezer"... Her oyunun sonu vardır. Kendinden her vaz geçişin kazandırdığı tüm şeyler, bir süre sonra faizi ile geri ödenir...
Evet, benim de makbul insan olma çabası içine girip kendimi kastığım ya da girmeyip, gayet rahat ve özgür davranıp ancak bu yaptıklarımdan korktuğum, yaptıklarımın arkasında duramadığım tüm zamanlarım, bir süreliğine iyi giden ama sonunda kaybedilen çeşitli ilişkiler ve iletişimlerle geçmiştir.


3. Hayata karşı ne aşırı iyimser ne de kötümser, tamamen nesnel baktığım, aklımı ve sezgilerimi olabildiğince kullandığım, kendime ve insanlara karşı dürüst, net, açık olduğum, öz kişiliğimi muhafaza ettiğim, -başkalarına doğrudan zarar vermeden- özgürce davrandığım ama yaptıklarımın sorumluluklarını aldığım, arkasında durduğum dönemim... Kendi değerimi, ederimi birtakım kadınların ya da erkeklerin, birilerinin cetveliyle ölçmediğim en özgüvenli halim... 30'larımın ikinci yarısından sonra bürünebildiğim durumum...

Evet, en iyi olduğum, mutluluklarımı daimi sürdürebildiğim zamanıma kavuştum diyebilirim ama harikalar da yaratmıyorum, süperwoman değilim. Ama çalışıyorum en azından... Gerek sevgililik, gerek arkadaşlık ve akrabalık vs. iletişimleri, ilişkileri açısından duygusal tatmini en iyi yaşayabildiğim dönemimin içindeyim. Bu ruh halimi geliştirip, hayat boyu sürmesi niyetindeyim.

Açık, net, "kendiniz gibi" olursanız, elbette birileri kaçacaktır ya da bi laflar edecektir hatta belki de kazıklamaya çalışacaktır ama zaten böylesine sığ, yobaz ve karakter bozukluğu olan kişilerle de hayat yoluna devam edemezsiniz değil mi? Net olmak turnusol kağıdı gibidir ak ve karayı çok çabuk belli eder, kalan sağlar daima sizinledir. Dürüst davranışla birilerine sanki "düşman gibi" görünseniz bile, "Tanrı, düşmanın bile şereflisini versin" anlayışından dolayı belki sevilmez ama saygı duyulursunuz.


Net bir kişilik insana zaman zaman kayıplar verdirebilir ama uzun vadede mutluluk kapılarını açar. Sosyal taktiksel roller ise her kısa vadeli kazancın sonunda kayıplara neden olur. Seçim sizin...







30 Eylül 2016 Cuma

Karafatmalar sardı apartmanı

Şimdi sizinle aynı apartmanda oturan bir komşunuz geldi ve şunları yüzünüze karşı sıralamaya başladı diyelim:


- Bu benim daireyi önceki sahiplerinden devren 14 yıl önce aldım. Sağolsunlar onca talip arasından beni seçtiler... Burayı alırken içinde muhtelif yerlerde karafatmalar dolaşıyordu, tam temiz değildi yani. Ama ben bunları yok etme taraftarı da değildim, ne için biliyo musunuz? Bunlar pis mis, durmadan orada burada dolanıyor bir de ürüyorlar ama "muhalefet böceği" (!) denen beterin beteri böcekleri yiyorlar durmadan, yaa... O muhalefet böcükleri benim sonum demek, kan alırlar insanın etinden kan... O yüzden ben de işi sıkı tuttum, karafatmalara dokanmadım, üremelerine, her yere girip çıkmalarına izin verdim hatta belki iğreneceksiniz ama mutfak tezgahı, çekmeceleri, hatta tencerelerimin içlerinde bile dolaşmalarına, yaşamalarına izin verdim. Eee, muhalefet böcekleri için iş birliği yapıyoruz, olacak o kadar di mi...

Neyse efenime söyliyim ben bunlara "ne istedilerse" verdim. Tabii bu arada sizin dairelere de girip çıktılar, rahatsız ettiler, yok etmeye uğraştınız ama sonu gelmiyordu zira ben kendi devremülkümde onları sürekli üretiyordum. Ama ne için? Muhalefet böcükleri denen canavarları ezmek için... Takıştık makıştık sizlerle ama bakın sonu hayırlı oldu. Gerçi sizler de muhalefet böcüklerine ses etmiyordunuz, gözümden kaçtı sanmayın ha!

İşte ne istedilerse verdim, taa ki o yaz gecesi beni yatağımda tamamen sarıp, yemeğe kalkana dek! E o zaman da ben ne yaptım? Zorunlu olarak bu karaböcükleri zehirledim, asitledim, detanladım daha da bitmedi bu işin sonu tabii, köklerini kurutacağım. Ne demek ev sahibinin yatağını sarıp onu yemeğe kalkmak! Tabii ki benim bu mücadelem sırasında kendi yataklarından fırlayıp benimle birlikte o karafatmalara, pardon "karafetolara" (!) karşı mücadele eden komşularım da oldu Allah bin razı olsun onlardan. Mücadele sırasında hayatını kaybedenlere de rahmet diliyorum.



Ama siz sayın komşum... Siz bu mücadelenin bi ucundan tutmadınız, korktunuz, kaçtınız. Siz şimdi benim yanımda mısınız yoksa o karafeto böcüklerinin mi yanındasınız, bilelim yaani diil mi?














25 Ağustos 2016 Perşembe

Urun kahpeye!

Son birkaç gündür sosyal medyayı fazlasıyla meşgul eden Katar prensesi haberi doğru mu yanlış mı bilemiyorum ama doğru olduğu varsayımından hareketle, bu habere verilen tepkilere dair birkaç kelam etmek isterim:


Şeriatla yönetilen bir ülkede, bir kadının bu tip davranışı "katmerli" zina sayılır ve cezası çok ağırdır, recm edilir. Ama erkekse ve yedi tane cariyesi ve/veya nikahlı eşi varsa, eşlerini her türlü fanteziye meze edebilir. Kadınlar asla kocaların taleplerine karşı gelemezler, cinsellik onlar için sadece erkeğe hizmettir, görevdir.

Şimdi bu prenses hanım kızımız, ailesinin nüfuzu sayesinde kurtulabilir, kurtulur da... Ama sıradan bir kadın asla bu kadar şanslı değildir. Şimdi gelelim asıl meseleye:

Kızımız kurtuldu yani fiziken recm edilmedi, kırbaçlanmadı, canı alınmadı vesaire... Peki adına sosyal medya denen şaklaban tiyatrosunda milyonlarca kişinin diline düşü(rü)lerek recm edilmedi mi? Üstelik bu recmin tüm katılımcıları dinciler, yobazlar falan da değil, ateistler, aydın ve demokrat geçinenler, özel hayatlarını her türlü "alemci" şekilde yaşayanlar ama yaşadıklarının arkasında duramayan, kabullenemeyenler ve tabii dünya hayatında bir türlü yaşayamadığı fantezilerini başkalarının gerçekleştirdiğini görüp de kıskançlıktan gözü dönenler...

Aydın, demokrat, eğitimli ve "iyi insan" diye kendini tanıtanlar, yetişkin insanlar tarafından, karşılıklı rızaya dayalı ve dört duvar arasında yaşanan bir özeli, gizlice ve kahpece dışarı sızdıranlara değil de sadece bunu yaşayan kadına "çarşaflı ve prenses" (!) diye saldırmaları ne ile açıklanabilir?

Tabii ya... Ortadoğu ve Arap ülkelerini kadınlar yönetiyor, binlerce yılın şeriat düzenini kadınlar icat etti. Kadınları çarşafa sokanlar, bir erkeğin bilmem kaçıncı karısı ya da cariyesi yapanlar yine kadınlar. Petrol için Ortadoğu'yu kana bulayanlar da, hayvanlara ve çocuklara tecavüz edenler de yine kadınlar. Din adına kafa kesenler, cariye ve köle pazarları kuranlar da kadınlar. Ha unutmadan, "Pamuk prenses ve yedi cüceler" adlı kitabı ülkede yasaklayan konsey de kadınlardan oluştu. Din adamları da kadınlar...


O halde hadi hepimiz alalım taşları, sopaları ve kırbaçları ellerimize, gömelim prensesi beline kadar kumlara ve onu öldürene kadar işkence edelim. Bunu yapamayanlar ise alsınlar ellerine çekirdeklerini ve bu kanlı gösteriyi izlesinler.


Recm çok güzel, gelsene sen de...

















2 Ağustos 2016 Salı

"Darbeder" haller...

Darbeyi ilk olarak, penceresinden dışarı bakan sarhoş Cemil'in "Kooşş Seviimm! Darbe olmuş" çığırtısı ile öğrendim" - (Kült dizi Bizimkiler)


Mis gibi Eylül varken, Mayıs varken sen kalk Temmuz ortasında, sıcakta darbeye kalkış... Oldu mu şimdi?


"Gemicik" diye bir terim üretildiyse, "darbecik" neden olmasın? Her ikisi de birilerinin işine yarıyor.


Hey gidi günler... Eskiden ahali radyolarda marş, kahramanlık türkülerini duyduğuna "Yine mi darbe oldu hanım / bey / komşu?" diye tepki gösterirdi. Şimdiyse vakitli ama uzunca okunacak selalarda bile milletin aklına ilk gelen şey "Darbe oldu ama milli irade (!) bunu yendi" olacaktır.


Keşke devletin başında Fetocular - Tayyipgiller - Nakşiler - Cüppeliler vs. kavgası değil de : Einstein - Hawking - Heisenberg tarzı bir kavga olsaydı tadından yenmezdi.


İş hayatında "hizmet" sektöründe olanların, bunu artıkın herkesin ortasında söyleyebilmesi bayaa bi yürek isteyecek sanırım.


AKP için cemaatler tren / metro gibidir, biri gider, diğeri gelir...


1980 öncesi sağ sol kavgasında sade vatandaşın yolu bir "anarşist" (!) tarafından kesilir ve "Söyle bakalım gomonüst müsün faşo musun?" diye sorguya çekilirdi. Tarafsızsan ya da kısa çöpü çektiysen yandın!  Aradan neredeyse 40 yıl geçti şimdi zavallı vatandaş -milli iradeye dahil olamayanlar- iki şeriatçıdan birini seçmeye zorlanıyor, vay be...


Günün birinde bir Amarigan başganı çıkar da "Yüce İsa üzerine olsun ki hepiciğimizi içimize aldığımız bu Yahudiler Siyonistler, Soros, Rockafeller aldatmış, bizi kullanmışlar, yazıklaar olsun!" derse, bilin ki 3. Dünya Savaşı başlamış dimektir...


Şu 45 yıllık yaşıma kadar o kadar siyasetçi açıklaması okudum, dinledim. Hepsi temelde aynıydı: Emek sömürücüsü, liberal ve dışa bağımlı ekonomi politikaları, ABD - Nato projeleri uygulayıcısı, "götüren" (!), öyle ya da böyle darbeleri "yiyen" (!) falan filan... Amma velakin bu AKP siyasetinde gelinen noktanın 1980'lerin aldatmalı, kandırmalı kült filmlerine gönderme yapacağı hiç aklımın ucundan geçmedi sayın seyirciler...


Hazır bu Melih Gökçek'in "üç harfli" açıklamasına girmişkene... Eşref saati denk geldiğinde Hocaefendü'nün kullandığı bu cinler Allah'a "Bu adam bizi kullandı, kandırıldık" (!) diye şikayette bulunurlarsa hiç şaşmam. Hoca değil, sanki kainatın Nuri Alço'su mübarek, kandırmadığı yok...


1980 yılında Kenan Paşa balyozu indirdiğinde daha elde antenli koca telsizlerle "Breyk breyk arkadaş arıyorum" çılgınlığı başlamamıştı bile -bir iki yılı kalmıştı- Şimdi 30 küsür yıl geçti aradan, Hocaefendü hazretleri 2016 yılında elde akıllı tellerle Pokemon aranan bir dönemde darbeyi tedavüle soktu, eline yüzüne bulaştırdı koskoca ihtilali...

Demek ki fazla ultra süpersonik teknoloji her zaman yararlı olamıyor, hatta zararı var.


Muhterem Hocaefendü yakında şu açıklamayı yapabilir:

Ben de kullanıldım, faiz ve Yahudi lobisi, Siyonistler, CIA, Amariga, Nato, Texas polisi, FBI, Holivut film endüstrisi, Tarantino, Al Pachino, California valisi Arnold, Washington belediyesine bağlı muhtarlar hepsi benim saf ve temiz okul açma procelerimi kendi hain emelleri için kullandılar. Oysa ben kendimi vatana, milletime adamıştım. Bir de şu maaşı kestiler ya bittim ben! Yaşlıyım, şekerim tansiyonum var ayol. Bu kadar hızlı hayat beni yordu. Satacam, devredecem bu koca çiftliği otur otur nereye kadar? Bi sahil kasabasına yerleşip biber domat yetiştirecem. O Tayyip'e de söyleyin bıraksın bu dünya işlerini, hırslarını, torun torba sevsin. Gençlerin yolu açılsın....



Bakın komşular ne olmuş darbe gecesi: Bu Türkcell'in CEO'su darbecilere "Recaa ederiz darbe yapmayın, çog ayıb ediyonuz" (!) tarzı SMS ler atmışlar. Bu mesajlar "önemli kırılma noktaları" olmuşmuş...

Şimdi anlaşıldı Kenan Paşa'nın darbesinin neden başarılı olduğu... Yıl 1980, teknoloji çevirmeli telden daha tam kurtulamamış, Her bişeyleri PTT sağlıyor. Şehirler arası görüşmek istesen santrale reca edip sıranı bekleyecen. Ölme eşeğim ölme yani... PTT darbecinin hangi birine yetişsin, mesaj yollasın -mesaj da yok anca telgraf var- telefon etsin?  Valla çok ballı bi döneme yetişmişin Kenan Paşa...



CNN habercisi Hande Fırat hanfendinin darbe olurkene kendi akıllı cep telinden cumhurumuzun başganı ile kurduğu bağlantı olay olmuş sayın seyirciler. Bu tele acaip bir talep varmış, en büyük fiyatı 250 bin dolar ile Suudi bir işadamı vermiş, enteresan. Da:

Yahu 15 temmuz'dan beri cumhurumun başganı, gerek milli irade olsun, gerek laikçi çapulcu Gezici tayfası (!) olsun vatandaş ayırt etmeksizin hepiciğimizin cebine durmadan mesaj yağdırıyor, meydanlara çağırıyor. Benim akıldan yoksun eski model telime bile geldi mesajı, sağolsun... Şimdi biz sade vatandaşın tellerinin hiç mi önemi yok yani? En azından bizlere de dolar üzerinden olmasa da biner gaymecik değer biçse serveti mi azalır bu iş adamcaazının?



TSK'nın son "yaş" (!) kararında, ilk defa bir astsubay general olmuş sayın seyirciler... Bu da bişey mi yahu? Caanım yurdumda sıradan bir genç kız, çevresi tarafından "prenses", evli kadın "sultan / kraliçe", erkek de "paşa" ilan edilir... Bizim ahali böyledir, herkescikler asilzadedir.



Kırk yıldır devletin kılcal damarlarına kadar sızmış ve son 14 yılın AKP iktidarında neredeyse krallığını ilan etmiş "imam" FETO bir yandan... Son 14 yıldır dudaklarından dökülen her kelimenin neredeyse kanun sayıldığı öteki "imam" -İmam hatip mezunu- RTE...
Sen hala yukarıların talimatıyla günlerdir sabah akşam durmadan sela oku, rutin vakit ezanlarını oku, camideki üç beş dindara namaz kıldır, maaşa ve lojmana talim et... 

Valla günün birinde imamların içinden bir cuntanın "kalkışıp" (!) "Ulen bu alemde biz de varız, biz de imamız, bizim başımız kel mi ne farkımız var onlardan, daha genciz güçlü ve dinamiğiz. Bu günden itibaren yönetime el koyuyoz!" derse hiç şaşırmam valla.



Askeri konularla ilgili alınan son kararlar aynen şuna benziyor:

Cihazın içinden normal olmayan bir ses geldi...Cihazı al, vidalarla her tarafını sök, içini kurcala, o devreyi çıkar, bu devreyi çıkar, onun yerine şunu tak, berikinin yerine diğerini tak, kablonun birini ona bağla, diğerini buna bağla... Ama bu tamir işinin hiç de ehli olmadığın, kendini "ustayım / uzmanım" diye tanıtanlara da sürekli "kandığın" (!) için, eldeki cihazın içini karmakarışık ettikten sonra, vidalarla tekrar kapat. Ondan sonra da ana kabloyu "topraksız" fişe tak ! Buyur hayrını gör cihazın şimdi...

Bu arada yeni bir "tabela" üniversitemiz daha oldu, vatana millete hayırlı (!) olsun........




Günlerdir demokrasi değil" teokrasi" nöbeti tutuluyor. Bunu açıkça RTE -en azından şu dönem için- diyemez ama herhangi bir AKP seçmenine sorsanız net şekilde şeriat düzenini, "Reis" in halifeliği ve önderliğinde Suriye'yi içine alacak bir yeni Osmanlı istediğini size söyler.  Adamın sarıklı, şalvarlı, cüppeli gezmesine de gerek yok bu cevabı vermesi için. Denemesi bedava...














2 Haziran 2016 Perşembe

Fetih "fetişi"...

Şu "fetih" denen ve tarihsel anlamları olan hadise... Dünyadaki imparatorluklar devri yıkılana dek, yani binlerce yıllık medeniyet tarihinin son yüz yıl öncesine dek "anlı şanlı" daha doğrusu "hak" kabul edilebilen olaylardı fetihler....


İnsanlığın tarih öncesi avcılık - göçerlikten yerleşik düzene geçişinden beri, gücü ele geçirmiş olan insan topluluklarını, daha güçsüz olanların yaşadığı bölgeleri, topraklarını savaşla, katliamla, mal ya da insan (köle) şeklinde ganimetler alarak zapt etmesi ve yerleştiği bölgelere kendi kültürünü az ya da yoğun şekilde dayatmasıdır. İnsan hakları mı, demokrasi mi, hayatın değerliliği mi geçiniz... Onlar, tarihin derinliklerinde kalan eski devirlere göre insan haklarına daha hassas olan, bunun için uluslararası çapta kurallar, bildirgeler yayınlamış son yüz yılımızda bile gerçek anlamda yok.

Eskinin o anlı şanlı sayılan fetihleri, şimdiki yüzyılda yapıldığı takdirde "işgal" olarak anılıyor. Evet, azcık insanlıktan nasibini almış herkes için başka milletlerin topraklarını ellerinden almak ve onları yönetmek olan feth kavramına işgal denir lakin bu işgaller ama son buldu mu? Hayır... Savaşlarla olmasa da ekonomik ya da kültürel şekilde, çeşitli sömürü vasıtaları, tüketime yönelik kandırmacalar, dalavereler ile sürmekte ve toplumlar işgal altında olduklarını fark bile edememektedirler.

Şimdi biz atalarımızın yakın ya da uzak tarihlerdeki fetihlerini -yani başka topraklara yaptıkları işgalleri- kutlamalı mıyız? Başkalarının hayatlarına, topraklarına el koymayı hak (!) sayanlardansanız bu soruya cevap "evet" olacaktır elbette.

Yeryüzünde neredeyse hiçbir millet yoktur ki fetihlerden yani işgalcilikten nasibini almış olmasın... Yeter ki bir şekilde gücü ele geçirmiş ve bir süre devam ettirmiş olsun. Kendisinden daha güçlüsü gelip elinde olanı alana dek, fethettiği yerler onun hakkı sayılmıştır. Yani "savaşı kazanan daima haklıdır"...


Ataların binlerce yıl önce yaptığı çekişmeleri bir kenara koyarsak -ki koymak durumundayız yoksa düşmanlıklar, intikam ateşleri asla sönmez- gayret etmemiz gereken şey, üzerinde şu anda yaşadığımız mevcut son coğrafyanın "tam bağımsız" olarak kalmasıdır. Kutlamamız gereken günler de tarihteki fetihler değil, sadece kendi bağımsızlığımız için verilen mücadelelerdir. Onların da neler olduğunu herkes biliyor ama birileri var ki bunları her sene görmezden geliyor...









2 Mayıs 2016 Pazartesi

Hangi laiklik?

Binlerce yıl ötesinden bu yana, ister çok tanrılı ister tek tanrılı dinler olsun, hiç biri insanlığa "bireysel bazda" bir tavsiye olarak, sadece kişinin kendi rızasına bağlı kabul ile seçtiği rehberler olarak gelmemiştir. Tüm bu dinleri getirenler ya başarılı ikna teknikleri, çeşitli "ruhani mutluluk" vaatleri ile ama çokça da zorla, savaşlarla kitlelere kabul ettirmiş, kitleler de kendi nesillerine, aile içinde doğan yavrularına daha akılları din / inanç gibi soyut kavramları algılamaya çok uzak yaşlardayken benimsetmeye çalışmışlardır. Bu da nasihat ve tavsiyeden çok, dinlerin hemen hepsinin içinde bulunan psikolojik korku mekanizmaları ve fiziksel şiddet kullanılarak yapılmıştır.

İnsan hakları denen kavramın binlerce yıllık insan medeniyetine son iki yüz yıl gibi kısa bir süre içinde girmesinden dolayı, belki, "görece" o eski tarihlerin kanlı din savaşları, baskıları, zulümleri azalmış gibi hissedilse de yaygın olarak psikolojik baskı halen devam etmektedir. İçine doğduğu toplumun genel inancını sorgulayıp, bunu vicdanı ve aklına uygun bulmadığı için ret eden, başka bir inanç yolunu ya da inançsızlığı seçip bunu açıkça ifade eden kitleler halen dünyada çok azdır ve ülkelerin gelişmişliği ile orantılıdır. Geri ülkelerde buna cesaret eden zor bulunur, cesaret edeni hakir görüp ya toplumdan, yakın çevreden, aileden dışlamaya çalışırlar -Türkiye gibi laik hukukla düşe kalka yönetilmeye çalışılan ülkeler- ya da dışlamanın yanında fiziksel cezalara da çarptırırlar –Tamamen din kuralları ile yönetilen ülkeler- Seküler hayat tarzı dünya geneline maalesef henüz yayılamamıştır.

Gelişkin Batı dünyası din aracılığı ile yapılan baskı ve zulümlere yüzyıllarca süren bir Ortaçağ Engizisyon sürecinden sonra son vermiştir. Din zulmünde dibi gören bu toplumlar, karanlık çağların sonundaki  aydınlanma süreci ve bilime verdikleri önemle yasalarında laiklik ilkesi olmadan da rahatlıkla, demokratik şekilde yaşamaktadırlar.


Ancak bizim Doğu dünyası henüz bu hesaplaşmayı tam anlamıyla vermiş değil. İstendiği kadar yasalara "laiklik" ilkesi konmuş olsun, halkın çoğunluğundaki bu kitlesel din anlayışı, belli bir din sistemi ile herkesi kontrol etme anlayışı son bulup, inanç denen hadise kişinin sadece kendisini ilgilendiren bir kavram haline gelmedikçe sürekli problem olmaya devam edecektir...







5 Nisan 2016 Salı

Kanalizasyonla kaplı kanallar

Televizyonlarda son sekiz, dokuz yıldır öğleden sonraları yayınlanan evlilik programları hakkında herkes bir şeyler söylemekte. Bu programları büyük zevkle izleyen kitleler olduğu kadar, telefona sarılmış halde devamlı şekilde RTÜK denen kuruma şikayet edenler de az değil. Şikayetler ve sıralanmış şikayet sebepleri medyada sık sık yer ediniyor.


Şahsen asla "ahlakçı" olarak yaşamadım, daha doğrusu namus bekçiliği yapmadım. Orta yaşlarda ve artık eski nesilden sayılırım. 20 ve 30’lu yaşlarını süren genç nesil ya da 40’larını süren benim neslim bunları izliyor mu bilemiyorum ama yakın çevremden gözlediğim bir şey var ki "kol kırılır yen içinde kalır" kültüründen gelen ve o zarif eski İstanbul modasını, hal tavırlarını, terbiyesini yaşamış 65 yaş üzeri “saygın” insanlar, mahalle ve kahvehane ağzıyla konuşulan, herkesin birbirine çemkirdiği, bağırıp çağırdığı, özel hayatlarından tüm detayları ortaya saçtığı bu gibi programları ağızları açık ve bayılarak seyretmekteler. İnsanların kendilerini milyonlara göstere göstere birtakım flört hareketlerinde bulunması, evlilik için eş araması asla onlara anormal gelmemekte. İlginç gerçekten…

Bu insanlar sadece gözleri televizyona sabitlenmiş, hipnotize olmuş şekilde, sessizce de izlemiyorlar, eğer bunları aynı odada seyreden birden fazla kişi varsa eğer, ekrana çıkanların kritiğini de yapıp, ne kadar “kötü” ya da “iyi” (!) insanlar olup olmadıklarının da tartışmasını yapmaktalar. Hem de saatlerce… Bu programların televizyonlarda başlama saati, art arda gelmesi ve akşam son bulması arasında beş saat kadar bir süre var, dile kolay. Ekrandaki kişilerin varlıkları ve şahsi sorunlarını sanki bire bir kendi sorunları gibi algılıyorlar. Ekrandaki çirkef tutumlar asla onları rahatsız etmiyor. Zaman zaman etse de, kızsalar da ertesi gün yine aynı şeyi kaldıkları yerden izlemeye devam ediyorlar. Ve bu insanların zihinleri gayet açık, bunamamışlar, bedensel güçleri de oldukça yerinde.

İşin içine sadece evlilik programları değil, özellikle 2000 yılı sonrası başlayan “gözetleme kültürü” nü kapsayan tüm programları ve yarışmaları da koyarsak, genel manzarayı tamamlamış oluruz. BBG tarzı tüm yarışmalar, evlilik programları henüz devreye girmeden önce yine öğleden sonra kuşağında yayınlannan “Kadının Sesi” tarzı programlar, sabah yayınlanan ve cinayetleri çözme iddiası taşıyan program, son sekiz, dokuz yıldır ABD orjinli programları ülkeye getirip, patlayan reytinglerle inanılmaz servet yapmış bir yapımcının satın aldığı kanalda yayınlanan bütün yarışmalar –özellkle Survivor- “bugün ne giysem” tarzı moda (!) programları, hepsi… Bunların bir kısmı güya “sorun çözme” (!) iddiasını taşımış ama yıllar önce yayınlanan “kadının sesi” programlarında birkaç kere stüdyo basıp, öldürme vakaları da yaşanmıştır. Cinayetleri çözmek için polislik, dedektifliğe soyunmuş programda ise çocuğunun kaybolduğunu, öldürüldüğünü iddia eden kimseler bir ay boyunca programa çıkmış, sonunda öldürenin kendileri olduğu emniyet tarafından saptanmıştır.

Bu türden yapımların ana noktası, odağı özel hayatlardır. Kişiler ekrana çıkar, kendileri hakkında gerekli gereksiz her türden bilgiyi verir, yetmez, ailesi ve çeşitli tanıdıkları ile olan sorunlarını açık açık milyonların izlediği ekrandan duyurur, yaşanmış olan her şey ortaya serilir hem de tek tek isim ve yer adları belirtilerek. Stüdyodaki diğerleri, programa telefonla bağlananlar ve sunucu ile yer yer şahsi saygı sınırlarını aşan, seviyesiz diyaloglar geçer. Ve tüm bunlar “ulusal” olarak adlandırılan, şahıslar için değil, toplum yararına bilgi vermesi, program yapması gereken kanallarda cereyan eder. Ahlakı, bireylerin bacak arasındaki namusta arayanların oluşturduğu RTÜK adlı kurum da yıllardır ekranda tüm bu olup bitenlere sessiz kalmaktadır. Her sansürü “aile yapısı ve çocukların korunması” (!) adına yaptığını iddia eden bu kurum, aile denen mevhumu açık açık yıkmaya çalışan bu tarz programlara dokunmaz.



On, on beş yılı aşkın bir süredir, izleyiciler kendilerine verileni izlediği için mi yoksa zaten halkın yapısında bunlar olduğu, bu türden yapımlara meyilli oldukları için mi bu saçmalıklar, iki yüzlülükler devam etmektedir? Benim fikrim ikincisi yönünde… Klasik Türk insanı kendi özel hayatında gizlilik ister ama aynı zamanda “elalem” (!) diye adlandırdığı başkalarının hayatları, şahsiyetlerine ait ayrıntılar bir şekilde ortaya saçılıp dökülsün ister ki, eş dost, konu komşu, akraba tanıdık kim varsa bir araya gelip onu bunu çekiştirsin. Bu programlar geçmişten beri var olan bu ikiyüzlü toplumsal özelliği kaşıdığı için eski nesilce de çok tutuluyor. Eskinin küçük semt, mahalle kültüründeki "pencereden pencereye” gözetleme ve dedikodu yapma olayı, artık nüfus artıp metropol yaşantısına geçildiği için neredeyse bitme noktasına gelmiş, ancak halkın ortak zihinsel kodlarına işlemiş olan bu sakat dürtüyü tatmin etme görevini de bu televizyon programları almıştır.  Acı ama gerçek…







5 Ocak 2016 Salı

Gerçeğin direklerinden dönen pasif eylemler: Dilekler

Yeni yıl dilekleri... Yaşadığımız bu gerçeklikte hayatlarımız dilekler, pozitif enerji yollamalar ve dualarla iyi durumlara gelebilseydi,  zaten bambaşka bir evrende olurduk. Yeryüzünde hemen herkes kendi meşrebince gönülden dilekler diler, dualar eder, iyi niyet mesajları yollar. Tabii ki işin içinde yoğun beklenti vardır. Ama bir kişinin isteği diğer bir kişinin istemediği şey de olabilir ya da bir kitlenin isteği diğer kitlenin…

Siyasetten örnek verelim:  Birileri “Her şey çok kötü, bu yıl A partisi –ya da ideolojisi - gelsin, artık huzura erelim, B partisi ve ideolojisi bitsin, bıktık artık.” şeklinde dileklere sahipken, diğerleri de “Aman bu yıl da B partisi –ya da ideolojisi- olsun, her şey çok iyi, istikrar sürsün, diğerleri kaos getirir” şeklinde dileğe sahiptir. Bu iki farklı kitle temelde “barış, huzur, esenlik, iyilik, sağlık, varlık” vs. aynı şeyleri dilemelerine rağmen, bunu birbirinden farklı iki ayrı parti –ya da ideolojiden- beklerler. Tabii ki sonuçta birinden biri yönetimde olur. Herkesin gönülden dileği, duası tutsaydı, her ikisi de olmalıydı ama bu da gerçekliğe aykırıdır, çelişkidir.

Ya da dileklerimiz hedefi belli, spesifik şeylere yöneliktir. Mesela büyük bir şirketin önemli bir pozisyonu, aşık olunan kişiyi tavlama ya da yüksek puanla girilen bir okul… O spesifik şeyler de kendisine yönelen herkesi kabul edemez, ya biri olacaktır ya da sınırlı sayıda birileri… E gönülden dualar ve dilekler tutsaydı herkes istediğine kavuşmalıydı ama bu da çelişkidir.

Hayat dediğimiz şey maalesef ki bitmeyen bir yarış… İnsanı yaşadığı çevrenin, dünyanın, uzayın şartları sınırlıyor ve o çevrenin gücü, insanın tekil gücüne göre çok daha baskın. İnsan, sahip olduğu etki gücünün oranına göre o sınırları birkaç yerinden delebiliyor ve dileklerini, isteklerini gerçekleştirebiliyor, ötesi yok… Bu etki gücünü de pek çok şey oluşturuyor: İçine doğduğu ailenin/toplumun gelişkinliği, sağlığı, eğitimi, çalışma azmi, aileden gelen varlığı, kendi kazandığı maddi varlığı, zekası, fiziksel özellikleri, karşıt cinsi etkileyiciliği, özgüveni, diğer insanları etkileme ve ikna yeteneği vs… Bu bileşenlerden birini, birkaçını ya da hepsini ne kadar artırabilirsen o kadar isteklerine yaklaşabiliyorsun ve zaten toplumun “kısmet” dediği şey de odur. Kısmetten ötesinin olamaması, insanın maksimum güç kapasitesinin ötesine geçememesidir. Kimilerinin güç sınırları geniştir, genişletebilmiştir, kimilerininki daha dardır. Yapılamayan, gerçekleştirilemeyen, içte ukde kalan birçok iyi, güzel şey olmasına rağmen insanların ulaşamadığı tüm durumlara toptan “hayırsız” (!) deyip, mevcut kaybetmiş durumuna “demek ki hayırlısı buymuş” demesi ise insanın psikolojik savunma mekanizmasını işletmesinden başka bir şey değildir.



Yeni yılda “güç” sizinle olsun…