23 Kasım 2013 Cumartesi

Kadınlı erkekli meselemiz

Bostancı – Caddebostan sahil hattının belediye plajları kalabalık olur. Özellikle tatil günleri birçok semtten akın etmiş insanlarca hınca hınç dolar. Plajlar hariç diğer noktaları ise nispeten daha tenhadır ve genellikle bu semtlerin sakinleri denize girer. Fazla kalabalık ortamlardan kaçındığım için, son iki yaz dönemi evime en yakın sahil noktası olan Suadiye Windsurf Klübü civarında haftada bir ya da iki sefer denize giriyorum. Bostancı, Suadiye taraflarından gelen, çoğu da elli yaş üzeri kadınlı erkekli grupların toplanma yeridir burası. Hemen hepsi yıllardır buraya gide gele birbirlerini tanımışlar, arkadaş çevreleri oluşturmuşlar.


İşte yine böyle bir yüzme günümde, kulak misafiri olduğum bir sohbeti aktarmak istiyorum sizlere. Sohbet, ellili yaşlarını süren bir kadın grubu arasında geçiyordu. Aralarında yaşına göre oldukça hoş, bakımlı, balıketli, kıvrımlı hatlara sahip bir “ablamız” oraya gelmiş tüm kadınların işiteceği şekilde heyecanlı heyecanlı:

-          Bakın şu adamı görüyor musunuz? Ammann sakın haa yakınınıza sokmayın!

Ben:

-          Ne oldu ki? Adam sapık falan mı yoksa?

-      Yok yok o kadar değil de… İçiyor bu… Geçende elinde içkisiyle yine gelmiş bana da diyor ki “Hanfendi, beraber içer miyiz? Bana eşlik eder misiniz?” Ben de olanca gücümle “Haaaayııırrr!” diye bağırdım. Terbiyesize bak! Beni ne zannediyor bu herif! O şırfıntılardan mı sanıyor herkesi? Bir ara sarışın bir kadın vardı, onunla böyle kahkahalar atarak içiyorlardı. Ay ne kadar bozdular burayı da… Şikayet edecem, sokturmayacam bunları!


İşte böyle… İstanbul’un Bostancı gibi bir semtinde ikamet eden, ülke ortalamasına göre hayat standardı ve özgür yaşam seviyesi çok yukarılarda bulunan, “mahalle baskısı” denen kavramdan oldukça uzak, bikini ve mayosu ile karşıt cinsten insanların da bulunduğu bir sahilde rahatlıkla denize girebilme lüksüne sahip bu orta yaşlı ve bakımlı kadının bu türden tepkisine hiç de şaşırmadım doğrusu. Maalesef ülkemiz bazı şeyleri hala aşamadı, ataerkil düzenin etkileri aynen devam ediyor ve kadınlar erkekleri her şekilde “öcü” yerine koyup, erkek karşısında rahat olan hemcinslerini de –bilinçsizce- ataerkil düzeninin ölçüsüyle değerlendirip “şırfıntı/yollu” ilan edebiliyor. Oysa ki kendisine birlikte içki içmeyi kibarca teklif eden beyefendiye –eğer istemiyorsa- yine aynı nezaketle teşekkür edip “hayır” cevabını verebilirdi. Gelişkin ve medeni ilişki tarzı bunu gerektirir. Sorsanız kendisini, ailesini, çevresini gayet “medeni” (!) olarak tanımlayabilecek bu hanımefendinin bu davranışının, esasında kent varoşları ve taşra illeriyle, kasabalarının muhafazakar tepkilerinden hiçbir farkı yoktur.

O yüzdendir ki, kendisini “muhafazakar” olarak nitelendiren başbakanın “Üniversite öğrencilerinin kızlı erkekli aynı evlerde kalmalarını desteklemiyoruz. Siz kızlarınızın erkeklerle aynı evde kalmasını ister miydiniz?” açıklamasına hiç şaşmamak gerekir. “İlerici, modern, laik” olarak tanımlanan kesimin zihniyeti bu seviyedeyse, yaşam tarzını dinsel/geleneksel kalıplara belirlemiş diğer zihniyetin bu açıklaması da gayet normaldir. Hepsi aynı kültürün değişik versiyonlarıdır sadece. Zihniyetin “öz”ü hala aynıdır…

Öyle ki, olay hem kız hem de erkeklerin evlilik öncesi “bir hataya” (!) düşmelerini engellemek değil. Sadece ve sadece kadını kısıtlamak… Cümlenin ikinci kısmı bunu açık seçik ortaya koyuyor “Siz olsanız, kızlarınızın erkeklerle aynı evde kalmalarına razı olur muydunuz?” Bu soruyu net olarak cevaplandırabilen kimse çıkamadı maalesef. Hiçbir “modern” anne-baba “On sekiz yaşın üzerinde, reşit olmuş kızımın erkeklerle olan ilişkisine karışma hakkım yoktur. O, özel hayatını kendi istediği doğrultuda yaşar.” diyemedi. Ya ne dedi çoğunluk? “Benim kızım kendini bilir, ona güveniyoruz. Biz ona sahip çıkarız, devletin karışmasına gerek yok”… Yani güvendikleri şey kızlarının kendilerini erkeklere karşı “koruması”… Asla ve kat’a erkeklerle evlilik öncesi cinsel ilişkiye yanaşmaması… Ama erkek evlat olunca işler değişir. Onun birtakım ihtiyaçları (!) vardır ve kızlı-erkekli evde olursa ihtiyacını giderecek (!) kızlarla birlikte olması normaldir. Tabii ki bu kızlar da aileleri tarafından başıboş bırakılmış (!) tiplerdir. Alın işte size modern, muhafazakar hiç fark etmeksizin uygulanan iki yüzlü bakış açılarımız, cinsel tabularımız…



“Tabuların kardeşliği” oldukça, toplum içinde kendisini diğerlerinden “daha ahlaklı ve muhafazakar” olarak tanımlayanlar daima kural koyucu olurlar ve “muasır medeniyet seviyesi” denen noktaya erişebilmemiz için en az bir asır daha geçmesi gerekir. En önemlisi de ikiyüzlü, kadın cinselliğini alabildiğine kısıtlayan bu kurallar oldukça asla bu topraklarda “gerçek aşk” denen şey yaşanmaz. 







12 Kasım 2013 Salı

Korkunç!

“Korkunç” nedir? İnsanı korkutan, ürküten, dehşet duygusu yaşatan sürüyle varlık ya da durum tarif edilebilir ama burada sadece bir boyutunu, “bilinmezlik karşısında tek başınalık” durumunu ele alacağım.


İnsan, var olduğu yüz binlerce yıldan beridir, bilemediği, kestiremediği, net olarak tarif edemediği her şey ona korku vermiştir. Korku filmleri incelenirse, ana temaların hep “ifrit, cin, şeytan, kötücül ruh, vampir, cadı, zombi” vs. gibi ögeler üzerine kurulduğu rahatça görülür. Bu türden filmlerin çok azında “görünür/nesnel” olan insan faktörü korkutucu öge olarak kullanılır ve zaten adına da korku değil “gerilim” (!) filmi denir. Korku filmlerinin geçtiği mekanlar ise fikstir, değişmez: İnsan topluluklarından uzak, yeşillikli, ağaçlıklı, sessiz sakin, ormanlık bir çevrede ve modern mimari tarzlardan oldukça uzak, doğal malzemelerle inşa edilmiş eski evler veya şato tarzı daha görkemli binalarda…

Ürkütücülük, sessiz sakin, doğal ortamda özellikle “yalnız” kalma ile ilişkilendirilir. Çünkü bu tip yerlerde “tekinsiz” (!) varlıklar vardır… Peki insanlarla dopdolu, oldukça sesli, gürültülü çevreler “tekin” midir Modern insanın yaşadığı şehirlere bakalım, özellikle bizim gibi gelişmekte olan toplumların büyük şehirlerine: Muazzam bir kalabalık, bu kalabalığın getirmiş olduğu başlıca sorun trafik… Gürültü… Binalar binalar, sürekli artan, artması için her türlü sistem desteğinin verildiği yüksek binalar… Doğal çevrenin zamanla yok olması ve binaların ve insanların arasında sadece park yerleriyle sınırlı kalması… Üstüne üstlük onu bile yok etmeye çalışan yönetim zihniyeti… İşler güçler… Her sabah yola dökülen yorgun bedenler, akşam karanlığında evlerine dönmeye çalışan yine aynı yorgunluktaki bedenler… Yılın on beş, bilemedin en fazla bir aylık “mutlu” (!) tatil süresi için üç yüz elli gün sömürülerek çalıştırılan insan ve onun git gide emilen ruhu… Stres… Gittikçe artan stres ve bu strese karşı sahte mutluluk reçeteleri: Harca, daha çok harca, tüket, son moda ne çıkıyorsa hiç durma, satın al, elde et ve mutlu ol! Yoksa “loser” olur çıkarsın… Kesmediyse, arada moral için kişisel gelişim kitapları satın al, seminerlere kayıt ol ve tabii yine bunlar için paralar harca (!) Hafif uyuşturuculara ve ilaçlara da meyledebilirsin, zararı yok (!) İnsanların ruhsal durumlarının sürekli alarmda olması, hep bir tetik hali… Güvensizlik, dokunsan patlayacakmış gibi duran gerilmiş bedenler ve gittikçe sıklaşan kavgalar… Aşkın, ilişkilerin, arkadaşlıkların ya çıkar seviyesinde ya da güçsüz bir çocuğun kendinden daha güçlü gördüğü ebeveynine yapışırcasına bağımlı boyutta yaşanması… Gücü bulan azınlığın diğerlerini her şekilde sömürmesi ve devasa, monoton hayat çarkları ile onu kendine bağlaması… Yani "ne onunla oluyor, ne de onsuz" durumu… Adeta Araf yerinde gibisin, sonsuzlukta işkence çekmektesin, bundan daha korkunç ne olabilir ki?


Kalabalığa, gürültülü eğlencelere, paraya, teknolojiye ve betona bağımlı hale getirilmiş insanoğlunun, sessiz, doğal, huzur veren ormanlık yerlerde, eski tip doğal bir mekanda kendi kendisiyle baş başa kaldığında ürkmesi ve çevrede bir takım tekinsiz varlıklar olacağını düşünmesi tamamen kendi korkunçluğundandır… Ruhunun derinlikleri o kadar korkunçtur ki, böyle bir yerde kendisi ile baş başa kaldığında o ruh, tekinsiz varlık olarak kendine gözükecek, o sessizlikte dile gelecek ve bu huzuru bozacaktır sonunda… Kalabalıklar ve gürültü bir örtüdür aslında…























4 Kasım 2013 Pazartesi

Baba olmaya hazır mısınız?

Yaklaşık bir buçuk yıl kadar önce, başbakanın bir konuşmasında dile getirdiği “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözü ile yurt çapında kürtaj tartışmaları başlamış oldu. Her kafadan bir ses çıktı, bilgisi olsun ya da olmasın herkes bir şeyler söyledi ama en kötüsü de, fikir beyan edenlerin çoğunluğunun empati kuramayan kadın ve erkekler olmasıydı.

Geçtiğimiz kurban bayramının hemen ardından, kürtaj meselesiyle direkt değil ama dolaylı ilişki kurulabilecek bir olay yaşandı: Genç bir öğretmen, evlilik dışı dünyaya getirdiği iki aylık bebeğini evde bir başına bırakarak memleketine ailesini görmeye gitti. Bir hafta sonra geldiğinde tabiidir ki bebek ölmüştü. Kadın, akıl sağlığı ve şuuru yerinde olmayan insanlara özgü bir takım açıklamalar yaptı: “Giderken iyice beslemiş ve üşümemesi için üzerini örtmüştüm. Nasıl ölmüş anlayamadım.” (!)

Toplumumuz her zaman olduğu gibi bu olayda da gayet sığ şekilde kadına linç düzenledi, bir “Vurun kahpeye!” vakası daha yaşandı. Üstelik bu bebeğin mesleği “polislik” olan bir de babası vardı ve ne kimse onu konuşturmaya çalıştı ne de ondan bir ses çıktı…

Her şeyden önce bu haber, bilgi kirliliğiyle dolu dünyada kelimesi kelimesine doğru muydu? Doğru olduğunu varsayarsak, kadına cani suçlaması getirilmeden önce, “lohusalık psikozu” denen rahatsızlığı yaşamış olması neden ilk akla gelen ihtimal değildi? Lohusalık psikozu ihtimalini de atarsak, bu kadın acaba evlilik dışı doğurduğu için varlığını kimseye duyur(a)madığı bebeğini, babanın isteği doğrultusunda öldürmüş olamaz mıydı? Eğer yaşasaydı, tedbirsiz ilişkiyle yapılmış ve kürtajla da alınmamış evlilik dışı bebeği, öncelikle babası ve ardından bu toplum rahatça kabullenebilir miydi? Onu sorgulayalım…

Bir erkek, ister dindar ve geleneksel bir çevrede, ister modern tarzda yaşasın, nikah akdiyle bağlı olmadığı sevgilisi, metresi ya da tek seferlik ilişkisi günün birinde çıkıp kendisine baba olacağını “müjdelese” (!) gerçekten böyle bir müjdeye çok mu sevinir, yoksa “Şimdi de nereden çıktı bu?” diye mi düşünür?

Genelde ikinci tepki verilir değil mi? Buna itiraz eden kesim ise asla korunmasız ilişki yaşamadığını iddia eder. Ancak toplumun önemli bir yüzdesinde erkek kendi korunmasına dikkat etmez ve kadından bunu bekler. Hoş… Kadın doğum kontrolu uygulasa bile çeşitli zührevi hastalıklar, Hepatit ve AIDS tehlikesi var. Hem erkeğin hem de kadının sağlığı için erkek korunması şarttır. Önemli ancak konu dışı bir mesele… Ayrıca hiçbir doğum kontrol uygulaması yüzde yüz kesinlikte korunma sağlamaz ve arada “kaza” sonucu hamilelikler meydana gelebilir. Peki bu durumda baba olmaya hazır mıdır erkekler?

Bir kısım erkek “evlenirim” diyebilir ama onlar toplum geneline bakıldığında hala istisna kalmakta. Zaten partner hamile kaldı diye birden bire evliliğe karar vermek ne derece sağlıklıdır, tartışılır… Ülkemizde evlilik dışı cinsel ilişkiye giren erkeklerin önemli bir oranı, partnerinin bakire olmaması nedeniyle onunla bir yuva kurmayı düşünmez. Bekaret erkek tarafından bozulduysa bir ihtimal… Evliliğe yönelik “ciddi” ilişkilerin önemli bir oranında evlilik öncesi seks tabudur hala. Kadın-erkek arasındaki ilişkinin temeli, özü sayılan cinsel uyum geri plana atılır. Tersine, kadının “kullanılmamış” (!) olması tercih edilir. Toplum genelinde hala “ambalajlanmış bir meta” gözü ile bakılan kadının evlenmeden önce doğuracağı bebek de haliyle istenen çocuk değildir. Çaresiz kalan anne adayı bebeği aldırdığında “fetüs katili” (!) olur ama bu ikiyüzlü ahlaksal bakış açılarının yaratıcısı erkeklere kimse dokunmaz, sorgulamaz…

Dindar ve muhafazakar erkekler de kendilerini kapsam dışı nitelendirir ve asla zina yapmayacaklarını, her şeyi nikah dairesi çerçevesinde yaşayıp, doğacak bebekleri de bağırlarına basacaklarını belirtirler. Ancak beslenme, uyku ve barınmadan hemen sonra gelen en güçlü dürtüden bahsediyoruz. Adına “yaşam enerjisi” denen libidodan… Libido ne kadar dizginlenip, belli kalıplar içine alınsa da, hayat boyu bunun başarıyla uygulanabilme ihtimali yüzde yüz olamaz… Çocuğa “kıymamak” için annesiyle nikah kıyabilirler belki ancak kendi geleneksel meşrebine asla uymayan bir kadınsa, –ki genelde böyledir- bu tip bir “durumu kurtarış” şekli de fazla yaygın olmaz.

Geleneksel toplum kalıplarının dışındaki “istisna” erkekleri de ele alalım… Kadınlara bacak arası namusu gözüyle bakmayan ama ilişkisinde evliliği de, baba olmayı da henüz düşünmeyen bu tip erkeklerin karşısına son derece kurnaz, maddi manevi bir takım kazançlar –ya da zoraki bir bağlanma- için çıkan kadınlar, bile isteye çocuk yapıp, bu bebeği silah olarak kullanabilirler. Bu tip durumlarda, çocuk zoruyla bir “ciddi” ilişki ya da evlilik yapabilirler mi ve ne derece sağlıklı olur? Kısacası, baba olmaya ne kadar hazırdırlar?

Bir de hemcinslerini erkeklerden daha acımasızca “fetüs katili” diye damgalayan kadınlar var… Pek çoğu erkek egemen namusçu zihniyete sahip çıkıp, “Ben evlenmeden asla ilişkiye girmem, dolayısı ile gayrı meşru bebeğimin olması imkansızdır.” diyen türden. Diğerleri ise “Daima korunarak ilişkiye girerim, o riski asla göze almam” diyenlerden. Yani yine büyük konuşan ve büyük yargılayan zihniyet… Oysa ki bu tip özel hayat meselelerinde “Asla asla deme” kuralı işler… Ne kadar sadık kalsalar da, günün birinde yine kendileri tarafından ya da karşılarındaki insan tarafından bu kuralların delinmeyeceğine dair bir garantisi yoktur hayatın… O yüzden bu şekilde yine “kazara” hamile kalan bir kadın annelik hormonlarının da verdiği etkiyle çocuğa kıymamayı isterken, karşı taraf babalığa hazır mıdır? Bir adamı “zoraki” baba yapmak ne derece haklı bir davranıştır?


İşte tüm bu sebeplerden ötürü kürtaj haktır… Ana ve baba tarafından istenerek dünyaya gelen çocuklar bile hayatta büyük zorluklarla karşılaşıyorken, bilinçaltında “istenmeyen şahıs” sendromu ile doğacak olan ve büyük ihtimal yetişkinliğinde kin ve nefret barındıracak bebeklere hayatın kapılarını açmak, hem kendilerine hem de diğer insanlara yapılacak en büyük kötülüklerden olacaktır.