İçinde bulunduğumuz yaz ayları
sebebiyle, hemen her yerde tatil ve yazlık mekan fotoğrafları paylaşılmakta.
Ancak bu yazıdaki görüntülerin tamamı şehir betonlaşmasından örnekler olacak.
Hoş... Nüfusun anormal ölçüde çoğalıp, insanların belli kentlere rahat
geçinebilmek ve daha konforlu bir yaşam sebebiyle yığılmalarıyla, bu kentler
şişip megapol haline gelmişler ve çok değil, son elli altmış yıla kadar o
kentin deniz, orman vs. tüm doğal kaynaklarından tatillerde de yararlanılabilmekteyken
bu durum hızla son bulmuş ve başka başka deniz, güneş, doğal güzellik
barındıran “el değmemiş” belde arayışına girilmiştir. Bu da o tatil beldelerini
tatil için kaçtıkları o mega kentlere hızla yakınlaştırmıştır. Bu tip beldelere
en iyi örnekler Bodrum ve Çeşme gibi yerler.
Kalabalık ve betonlaşma, özellikle lüks otel, tatil köyü, “beach”,
marina, site betonlaşması, doğal sahil şeridinin, yeşilliklerin halka açık
halinden çıkarılıp “dönüştürülmesi” ve gittikçe daha suni bir yer haline
gelmesi açısından bir megapolden farksızdır artık buralar da. Bizim gibi “doğa
sevmez” toplumların başardığı (!) en iyi şey, bir yeri doğal dokusundan koparıp
dönüştürmek, nefessiz kalınca da bir başka yere kaçıp bu sefer orayı
dönüştürmek… Bu yazıda konu edeceğimiz megapol ise, hızlı dönüşüme en iyi örnek
olabilecek yer olan İstanbul…
İşte İstanbul’un Marmara – Boğaz
girişinden genel bir manzara… Tek dairesi milyon dolarla şehrin sömürüsüne
ortak olmuş zengin kesimine satılan devasa, çelik konstrüksiyon gökdelenlerle
dolu. Tabii, dokuz şiddetinde depreme dayanıklı, en kaliteli pahalı malzemeden
yapılmış zengin kuleleri onlar. Peki ya katledilen doğal yeşil örtü, üzeri zift
ve betonla kaplanan toprak? İki parmak kalınlığındaki taşıma toprak üzerine,
peyzajla yaratılan göstermelik süs bitkileri bu kaybın yerini tutuyor mu? Neden
özellikle son yirmi yıldır her yağan yağmurda ortalığı sel basıyor? Neden git
gide kuraklaşıyor bu şehir? Ve neden ne kadar yoğun yağış olsa da baraj suları
kayda değer şekilde artmıyor? Beton kaplı yüzey hızla artıyor, toprak suyu
emip, yeraltı su kaynaklarına, oradan da barajlara taşıyamıyor atık. Çoğu kurak
geçen mevsimin orta yerinde bastıran ani bir yağış, yağmur sularının beton
yüzeyler üzerinde birikmesine ve sellere yol açıyor.
Bu da yine Boğaz girişinden
Anadolu yakasına doğru bir görünüm… Son bir – iki içinde yapımı tamamlanan
inşaatlardan Kadıköy kıyısındaki büyük otel ile Göztepe’deki eski Meteoroloji
sahasına dikilmiş devasa gökdelenler göze hemen çarpmakta. Ve tabiidir ki yeşil
örtü katliamı yapılarak ortaya çıkan tüm o beton grisi silüetin tüm kıyı
şeridine yayıldığını görmemek için ancak kör olmak lazım. Yeşillik ancak
arkadaki “henüz özelleştirilip imara açılmamış” askeri tepelik bölgelerde ve
Moda, Fenerbahçe, Caddebostan gibi doldurulmuş kıyılarda. Son otuz yıl içinde
bu betonlaşma hızla artarken, bir yandan da kıyılara dolgu alan yapılıp,
yeşillendirildi. Yani devlet bir yandan alanları binalaşmaya açarken, bir
yandan da “sanki” bunu telafi edercesine yeşillendirilmiş dolgu alan
çalışmaları yaptı.
Maltepe sahil projesi, bu dolgu
alan yaratma faaliyetlerinin son halkası. Var olan dolgu alana birkaç misli
alan daha eklendi ve yeşillendirilip, yeni ağaç fidanları ekildi. Ancak bu
dolgu alan hem depremde ilk çökecek olan zeminlerden biri, hem de insan eliyle
yapılan ağaçlandırma ve yeşillendirmeler asla tam olarak doğal ağaç ve yeşil
zemin yokluğunun yerini alamıyor. Bir yandan yok ederken, bir yandan da suni
yollarla yerine koyacağına, var olanı yok etmemek gerekiyor esasında. İş işten
geçmeden…
Göztepe’deki eski Meteoroloji
alanına inşa edilen gökdelenler, sahilden yakın planda bu şekilde gözükmekte. İstanbul’un
Anadolu yakası sahilini gören herhangi bir yerden baktığınızda –özellikle
Adalar ve Ada vapurları- bu dört devasa gökdelen ilk göze çarpan binalardan
oluyor. Meteorolojik tahmin gibi son derece önemli gözlemlerin yapıldığı,
kamuya ait bu yeşil saha rant uğruna, birilerinin cepleri daha da dolsun diye,
bu dev gökdelenlerin yükselmesi için imara açıldı. Toplumun çok küçük bir
yüzdesini oluşturan, lakin milli gelirden önemli pay alan kaymak tabaka
mensupları bu gökdelen dairelerini konut ya da işyeri olarak satın aldılar ya
da kiraladılar ve o muhteşem İstanbul manzarası (!) eşliğinde, süper konforlu
şartlarda, çok sağlam yapılarda yaşamaya başladılar. Ancak kendilerinin tadını
çıkardıkları bu mekanlar, hem sahil manzarasını bozucu görünümleri, hem de
yeşil alan kaybı bakımından en büyük olumsuzluklardan biri oldu şehir için.
Gökdelenlerin bulunduğu caddeden yukarı
doğru bakıldığındaki görünümleri, devasa boyuttaki yüksekliklerini net şekilde
belli ediyor.
Burası da Göztepe parkı… Birkaç
sene öncesine kadar park alanına cami yapılıp yapılmaması yönünde tartışmaların
döndüğü bu parka şükür ki ne cami ne de başka türden bir beton yapı konduruldu
lakin peyzaj düzenlemeleri adı altında eski ağaçların önemli bir kısmı sökülüp
yeni fideler dikildi. Bir yere yeni ağaç fidelerinin dikilmesinin zararı yok
ancak daha eski ve köklü ağaçların yerini asla yenileri tutamaz. Yeşile önem
vermek, alanları sadece peyzaj çalışmalarıyla süslemek değildir. Bitkisel
örtünün doğaya olan katkı yönü, görsel yönünden çok daha önemlidir. Ancak ülkede
yeşilin süs yönü her zaman doğal yönünden öncelikli olmuştur maalesef.
Parkın oldukça uzağında olmasına
rağmen sanki yanı başındaymış gibi görünen devasa gökdelenler ile parktaki
fıskiyelerde serinleyen ve oynayan çocuklar tam bir tezat oluşturmakta. Üstelik
iki cadde kadar ötede “kentsel dönüşüm” amacıyla eskisinin yerine yapılan yeni
binanın inşaatındaki koca vinç de cabası… Bu vinç tek de değil. Parkın
çevresindeki caddelerin hepsinde aynı anda sürdürülen inşaatlar mevcut. Anayol
olan Bağdat Caddesi hariç, parkın üç bir yanındaki inşaatlar ve vinçleri,
dibindeymiş gibi yükselen gökdelenler ve parkta dinlenmeye, nefeslenmeye
çalışan insanlar. İronik…
1999 Gölcük depremiyle birlikte,
mevcut binaların sağlam olup olmadığı konusu aniden gündeme geldi. Türkiye
zaten şiddetli depremler üreten fay hatlarının üzerinde, buralar belli ve tarih
boyunca yaşanan yıkımlar da biliniyor. Lakin İstanbul gibi nüfus ve ekonomik
akış bakımından ülkenin en önemli megapolü, kendine çok yakın bir yerde –Gölcük-
çok şiddetli bir depremin -7,4- meydana gelmesiyle uyandı. Şiddetli deprem
riski her zaman için vardı, bilim adamları zaman zaman bunu dile getirmekteydiler
ancak hem iktidarlarca hem de bizzat vatandaşlarca kulak ardı edildi. 7,4 lük
depremin meydana gelmesiyle sadece İstanbul’da değil, ülkede topluca aniden
depreme karşı hassasiyet başladı, jeoloji ve inşaat uzmanları sık sık demeç
verir oldular. Her şeyde olduğu gibi bu riski de anca yumurta kapıya
dayandığında fark etmiştik. İstanbul’da çok önemli bir oranda riskli yapı
mevcuttu ve şiddetli depremde yıkılmaları halinde sadece şehrin kendisi değil,
ülkenin en kalabalık kenti olması ve ekonominin can damarlarının bulunmasından
dolayı ülke büyük zarar görecekti. Bu yüzden binaların kontrolü gündeme gelmiş
oldu. Çürük olduğu saptanan binalar için iki yol vardı, ya sağlamlaştırılacak
ya da tamamen yıkılıp yeniden yapılacaklardı. Hangi yolun seçileceği ise ancak
bilimsel ölçümlerle anlaşılabilirdi. Ancak geçen on beş yılda bu
konuda halkın yararına olacak adımlar atılmadı. Yeni yapılar artık usulünce,
depreme dayanıklı inşa ediliyordu –belki- ancak mevcut binalarda bir ilerleme
yoktu ta ki on yıl öncesine kadar…
2005 – 2006 yıllarında inşaat
sektörü hummalı bir çalışmanın içine girdi ve deyim yerindeyse tüm şehri
şantiyeye çevirdi (!) Yıkılmasına gerek olmayıp sadece sağlamlaştırılabilecek
binalar bile yıkılıp yeniden yapılmaya başlandı. Bu binaların en önemli
özelliği ise şehrin “rant” getiren semtleri ve caddelerinde bulunmalarıydı. Hatta
sağlamlaştırılmasına bile gerek olmayan sağlam binalar da yıkım furyası içine
giriverdi. Öyle ki çürük olan lakin rant getirmeyecek şehir bölgelerinde
bulunan pek çok bina es geçildi ne yazık ki. Önce tek cadde üzerinde birer
ikişer yıkılan binalar, yıllar geçtikçe tek cadde boyunca toplu yıkımlara
dönüştü. Sürekli toz toprak, mevcut şehir gürültüsü üzerine bir de inşaat
gürültüsü ve mevcut hava kirliliği üzerine, yıkılan eski binalardan asbest
başta olmak üzere savrulan çeşitli atık maddeler eklendi. Eziyetli megapol
yaşamı daha da eziyetli hale geldi. 1960 – 70 – 80’lerin kendilerine has
çeşitli tiplerde mimarilerine sahip olan binalar yeniden yapıldıklarında,
2010’ların tek tip “Fransız balkon”,
çoğu cam – krom malzeme ikilisi ile çevrilmiş, mantolama usulü
izolasyonlu, hem inşaat firmasına daire satışından daha fazla gelir getirsin
diye daha fazla daireli, yani çok daha yüksek, hem de dükkan geliri aksın diye
çoğunun mevcut bahçesi üzerine beton dökülmüş ya da bahçe alanı daraltılmış
halde sunuldular.
Genelde sağlam olan ya da sadece
sağlamlaştırılmayla düzelecek olan apartmanlarını daha yeni, lüks, konforlu,
görüntüsü, “ambalajı” daha hoş (!) olsun diye müteahhite veren mülk sahipleri,
yeni dairelerine kavuştuklarında en büyük sıkıntıları dairelerin eskisine
nazaran küçüklüğü oldu maalesef. Müteahhitler aynı alana daha çok daire
sığdırmak, dolayısı ile daha çok kar etmek için yeni dairelerin metrekaresini
düşürmüşlerdi. Deprem riski kentsel dönüşümde hep bahane olarak kullanıldı,
depremin gerçek riskinden değil, korkusundan yararlanıldı. Hazır beton
sayesinde lego evler misali kısa sürede tamamlanan yeni dairelerine geçen
insanlar, ne apartmanların daha çok yükseltilerek şehrin havasını olumsuz yönde
etkilemesini ne de bahçelerin betonla kaplanarak ya da daraltılarak toprak
alanların yok edilmesine dikkat ettiler. Tek sorunları daire metrekaresi oldu
(!) İstanbul’un son yıllarda iyice boğucu bir havaya sahip olmasının ve yağan
yağmurların toprak tarafından emilmeyip beton üzerinde sel oluşturmasının
başlıca sebebi bu sistem değil mi? İnşaat firmalarına gelince, ne gam (!) Rant
iyi olsun da gerisini boş ver mantığında hemen hepsi…
Birden fazla binanın aynı anda
yıkılmasıyla yaratılmış geniş bir inşaat alanı… Etrafı plakalarla çevrilmiş.
Yıkılma safhasındaki eski bir
bina… Tek bir binanın bu işlemde havaya karıştırdığı inşaat tozları ve atık
maddeler –en zararlısı da izolasyonda kullanılmış olan asbest- oldukça
fazlayken, aynı anda yan yana yıkılan apartmanlardan yayılan miktarı düşünün… Bir
binanın bu esnada yaydığı ağır koku, günlerce sokaklardan gitmiyor ne yazık ki.
Kesişen iki sokak üzerinde aynı
anda yapılan oldukça yüksek iki yeni apartman. İnşaat tozunun, kirliliğin,
gürültünün katmerlisi…
Ve tüm
bu inşaat furyası ortasında, İstanbul’un demiryollarını hızlı trene uygun
şekilde yenileme projesi. Mevcut demiryollarını yeni teknolojiye göre yenilemek
elbette çağa uygunluk ve konforlu yolculuk açısından gerekli, ancak şehrin bir
ucundan diğerine kadar giden raylar boyunca sürecek inşaat, diğer “kentsel
dönüşüm” inşaatlarına eklendiğinde oluşan bu devasa şantiyenin hava, gürültü ve
görüntü kirliliğine yaptığı katkılar hiç düşünüldü mü?
Yeni yapıların hepsi bir model:
Fransız balkon, mantolama usulü izolasyon, balkonların neredeyse tamamına
yakını cam – krom malzemeyle çevrelenmiş. 2010’ların apartman modeli bu
olabilir, lakin eskisinin yerine kendi tasarımına uygun modellerde değil,
sürekli yeni model apartmanlar dikildiği takdirde, şehrin tamamı –sadece tarihi
eser kapsamında korunma altına alınmış çok az oranda yapılar hariç- tek dönemin
tek tip binaları ile dolmuş olacak. 1960’lardan bu yana çeşitlilik gösteren
yapıları anca eski belgelerde göreceğiz. Sonuç, monoton ve ruhsuz bir şehir…
Kentsel
dönüşüm kapsamında yapılan binaların, eskisinden bir misli daha yüksek olduğu, bu örneklerde açıkça görülmekte…
Çok büyük ihtimal, gerekli imar
izni kopartılamadığı (!) için daha fazla yükseltilememiş, yerine yapıldığı
eskisi ve çevresindeki binalarla aynı yükseklikte inşa edilen dört beş katlı apartmanlar
da var. Ancak sayıları çok az…
Etrafındaki yapılara tepeden
bakan, yapım aşamasındaki bu devasa apartmanın cephesine asılmış inşaat firması
flamasının ismi ne kadar da manidar (!) Şehrin esasında neye ihtiyacı olduğunu
söylüyor adeta…
İnşaat halindeki yapıları çeviren
koruyucu plakalar, firmanın reklam panoları görevini de yapmakta. Firmanın
reklam amaçlı yazdığı sloganlarla, gerçekte olanın tezatlığı ironik…
O
“rahatsızlık” keşke özür dilemekle geçiyor olsaydı… Ondan önemlisi de inşaat
boyu süren geçici bir rahatsızlık değil, çevre için kalıcı bir rahatsızlık
olacak bu.
Bu yeni binanın tepesindeki
inşaat firmasına ait logo, binaların gerçekten de “arttığını” gösteren ironik
bir tesadüf değil mi?
Bu apartmanın ağaç, çimen ve gül fidanlarıyla
dolu bahçesi, yıkılıp yeniden yapıldıktan sonra, gördüğünüz restorana ev
sahipliği yapması için tamamen betonlaştırıldı.
Bu iş merkezinin yerinde, iki yıl
öncesine kadar bahçeli ve iki katlı bir ev vardı. Ev yıkılırken bahçe de
tamamen betonlaştırıldı.
Önceden var olan bahçelerin
betonlaştırılmasının sebebi bu fotoda açıkça görülmekte: Kiralık dükkanlar elde
etmek…
Bunlar
da eski tip yüksek binalar. Ancak kapladıkları arazinin en az üç katı ağacı, yeşili
bol bahçelere ayrılmış. Apartman sakinleri park misali bahçelerinde rahatlıkla oturabiliyorlar.
Bu bahçesi geniş apartmanlardan birinin adının “Koru”
olması ne kadar anlamlı tesadüf, var olan yeşillikleri korumak adına…
Karadeniz şeridinden Marmara’ya kadar
başlı başına doğal bir park olabilecek mükemmel bir şehri iyice tükettikten sonra,
insan eliyle yapılma küçücük parkların da yok olmaması için protesto eylemleri yapar
hale geldik sonunda. Bu betonlaşmada hepimizin suçu var, zamanında duyarlılık gösteremediğimiz
ve şehri sömürüye açık hale getirdiğimiz için. “Üç beş ağaç” yüzünden çıkan Gezi
süreçlerinin tekrar etmemesi için en azından elde kalan değerleri korumak gerek.
Peki şu aşamada yeterince duyarlı mıyız? İşte orası çok şüpheli…