21 Aralık 2014 Pazar

Her işte bir hayır var(mı)dır?

Her işte hayır vardır" diye söyler durur bu toplum. "Bu iş olmadıysa seni mutlaka daha iyisi, hayırlısı bekliyor" derler. Nereden biliyorsun? Belki daha kötü, şerli, fena durumlarla karşılaşacaksın, belli olmaz ki bu... Evren, her şeyin sürekli daha iyisine doğru gittiği değil, aksine adına "entropi" denen ve her şeyin ilk andaki halinde bıraktığın gibi bulamayacağın durumlara doğru gittiği bir düzendir ve içinde "kaos" barındırır. İnsanlar bir türlü yenilgiyi kabul etmezler, ego vardır çünkü, sürekli morale ihtiyaç duyulur ve avunmak için bir şeyler üretilir. Bu da onlardan biridir.


Ha, hiç mi daha iyisine doğru gidilmez? Elbet gidilir lakin onun için güzel temenniler ve beklentiler kurmak yerine, çokça enerji harcanması gerekir. Çünkü bireyin dışındaki çevrenin yaptırım gücü, kişinin kendisinden çok daha fazladır. Aksi düşünülemez, çelişki olur… Bu gücü yenmek ve şartları daha iyiye çevirmek, istediğin şeylere kavuşmak için mantık ve sezgileri azami oranda kullanmak ve her zaman yapılan, tekrarlanan, rutin şeylerin dışına çıkacak cesarette olmak şarttır. Yani zihin durmaksızın çalışacak, mutlaka “konfor alanı” nın dışına çıkılacak… İnsanların pek çoğu düşünce tembeli ve risk almaktan çekinen yapıda olduğu için, bunu başarabilen yani gelecekte şu anki durumundan daha iyi şartlara sahip, "hayırlı" olana kavuşmuş insan sayısı da fazla değildir. Sırf şansla bu hale gelmiş olanlarsa çok azdır.




Ortalama bir insan boşa hayale kapılmasın, var olan kapasitesini tam işletmedikçe, gelecekteki durumu en iyi ihtimalle şu andakinden farklı olmayacaktır…







25 Kasım 2014 Salı

Fıtrata ters (!) kadınlar

Tarih sahnesinde “fıtratını” haddinden fazla aşmış (!) bağzı hanfendileri sunalım. Sadece Marie Curie teyzemiz ile sembolize edilen, “Ondan başka çığır açmış tek kadın yok” denilen bilim dünyasının hatun kişilerinden sadece üçü… Ki daha yüzlercesi bilim dünyasından gelip geçmiş, çoğunun buluşları erkek meslektaşları tarafından sahiplenilmiş. Onların zamanında sayın başbakanımız yoktu ki hepsine hadlerini bildirsin, di mi canım? Bu arada özellikle Hedy Lamarr olmak üzere hepsi fiziken güzel, evlenmiş, çocuk sahibi olmuş kadınlar. Yani “fıtrata ters” (!) şekilde kaba saba, çirkin, erkeksi, evde kalmış tiplerde tasvir edilen klasik tiplemelerden değiller.  Buyrun:



Ada Lovelace: Şair olan Lord Byron'un ve Anne Isabella Byon çiftinin meşru tek çocuğu olarak  10 Aralık 1815 de doğdu. Esas olarak Charles Babbage'in erken dönem mekanik genel amaçlı bilgisayarı Analitik Motoru üzerindeki çalışmaları ile bilinir. Motor hakkındaki notları, bir makine tarafından işlenmek üzere yazılan ilk algoritmayı içerir. Bundan dolayı genel kanıya göre dünyanın ilk bilgisayar programcısı olduğu kabul edilir. Evli ve üç çocuk annesidir aynı zamanda. Evde oturup çoluk çocuğunla ilgileneceğine, elinin hamuru ile ne diye erkek işine karışmış bilinmez tabii (!)






Hedy Lamarr: 9 kasım 1914’te doğdu. Sinemanın ilk çıplak güzeli. Zamanın en güzel yıldızlarından biri. Ama bu kadının başka bir özelliği daha var, bilime, matematiğe meraklı. Set dışındaki zamanlarını müzisyen bir arkadaşıyla bilimsel keşifler için geçiriyor ve "frekans atlamalı yayılı spektrum" denen bir teknolojiyi buluyor. ABD buluşla önce hiç ilgilenmiyor, süre iyice uzuyor ve buluşun patentini alamıyor. 1962'de ABD teknolojiyi ilk olarak füze krizinde kullanılıyor, üstüne yeni gelişmeler ekleniyor ve tabii başka "erkek" (!) bilim adamları tarafından sahipleniliyor. Günümüz GSM, GPS, Wi Fi teknolojilerinin temelini atmıştır. Beş kere evlenmiş. Bu güzellik, çekicilikle hangi erkeği elde edemez ki zaten? Marilyn Monroe gibi pırlantaları seveceğine tutup kalın çerçeveli gözlüklü bilim amcalarının işine karışmış, Allah akıl fikir versin (!)







Grace Hopper: 9 Aralık 1906’da doğdu. Amerikalı bilgisayar bilimcisi ve ABD donanmasında rütbeli askerdir. Harvard Mark I bilgisayarının ilk programcılarından biri olan Hopper, bilgisayar programlama dilleri için ilk derleyiciyi geliştirdi. İlk modern programlama dillerinden biri olan COBOL'un da geliştiricilerindendi. Bilgisayar dilinde "debugging" diye bilinen programı hatalardan temizleme konseptinin de ilk kullanıcılarındandı. Amerikan savaş gemisi USS Hopper (DDG-70) adını kendisinden almıştır. Evlenmiş, evliliği 15 yıl sürmüş ve boşanmış. Erkeklerle dolu donanmada bilgisayarlardan bir dünya kur kendine, bir de yetmedi üzerine "amiral" rütbesine kadar çık, hangi koca dayanır di mi efenim (!)




3 Kasım 2014 Pazartesi

Nereye gidiyon hemşerim?

Duyarlı ve çalışkan bir vatandaş olarak, bireysel bazda ülkeniz için elinizden gelen her şeyi yaptınız, emek verdiniz, okudunuz, entelektüel düzeyinizi artırdınız, tüm bilgi birikiminizi, ülkede yaşayan insanların "ortak bilinç düzeyini" yükseltmek için çeşitli şekillerde kullandınız ama önemli bir etki sağlayamadınız.  Devlet denen mekanizma da yozlaşma ve cehaleti önleyici eğitim ve bilinçlendirme politikalarını uygulamadı, bunun tersine, yozlaşmayı arttırmak için ne geliyorsa yaptı. Sonuçta, ülkeniz için hiçbir ümit ışığı göremediniz ve ileri düzeyde insan kalitesine sahip, gelişkin ülkelerden birine gittiniz, kabul...

Lakin o göç ettiğiniz "gelişkin" ülke neresidir? Bu önemlidir işte... Çünkü gelişkin ülkelerin yönetimlerinin çoğu sömürü sisteminin uygulayıcısıdırlar. Yani gelişme ümidi göremediğiniz kendi ülkenizin ve benzer ülkelerin iktidar ve muhalefet güçleriyle anlaşmış, buraları rahatlıkla sömürebilmek için sistematik şekilde kitleleri cahilleştirme, yobazlaştırma, yönlendirme ve uyutma politikaları güdüyor olabilirler. Buna “küresel emperyalizm” diyoruz. Sizin meydana getirdiğiniz o beyin göçü, emperyalizmin ekmeğine biraz daha yağ sürmekten başka bir işe yaramıyor. Belki dar bir bakış açısıyla "Ohh ben kurtuldum, kalanlar düşünsün artık" diyor olabilirsiniz, lakin bu sadece ağacı görmektir, ormanı değil. Dünyayı toptan baz alırsak, cadı kazanına bir odun da ister istemez siz atmış oluyorsunuz. Bir yerlerde rahatsızlık varsa ve bu da durmadan besleniyorsa er ya da geç ucu size de dokunacaktır. Belki size şu an için bir şey olmaz ama bir ya da iki nesil sonrası, yani çocuk ve torunlarınız kendini terör ve kaos içinde bulabilir. En gelişkin ülke bile bundan nasibini alacaktır. Zaten gelecek zaman için de konuşmayalım, 2001’de yaşanan 11 Eylül İkiz Kule saldırısı buna bir örnek değil miydi? İki farklı olasılık vardı: 1. ABD sömürdüğü Ortadoğu halklarının iyice nefretini kazandı ve tepki çok büyük oldu, terör saldırısı ile New York’un göbeğinde binlerce insan öldü. 2. ABD Ortadoğu’da yeni bir operasyona zemin hazırlamak için işbirliği yaptığı terör örgütüne kendi vatandaşlarını katlettirdi.  Büyük küresel projelerin getirisi yanında binlerce vatandaşı gözden çıkarması işten bile değildi çünkü. Her iki halde de gelişkin lakin emperyalist bir ülkenin vatandaşlarının kaybı söz konusudur. Eğer “Benden sonrası tufan, çocuk ve torunlarımı da düşünecek halim yok” diyorsanız, zaten sizlere söylenecek hiçbir söz olamaz…


Bu konunun enine boyuna düşünülmesi gerekiyor. Çözüm, bireysel de olsa bu kaosa engel olmakta yatıyor. İlla ki bir yerlere gidilecekse eğer, en azından emperyalizmle arasına set çekmiş, coğrafi ve insani kaynaklarını sömürtmeden kalkınmasını ve demokratikleşmesini tamamlamış ülkeler olmalıdır. Emek değerlidir ve bu emeğin iyi ücret, rahat yaşam olanakları adına, dünyayı cadı kazanına döndüren ülkelerin yararına sunulmamalıdır diye düşünüyorum. Kısa vadede şu ya da bu gelişkin ülkeye göç etmenizin bir farkı olmayabilir, lakin uzun vadede dünyanın barışına katkı sağlanmış olur. 







11 Ekim 2014 Cumartesi

Zaman: Kısır döngü

Yine bir bayramı daha geride bıraktık. Facebook gibi sosyal medya araçları baştan sona, basmakalıp “İyi bayramlar” dilekleriyle doldu taştı. Tabii aralarda kaynayan bazı “farklı tonlarda” mesajları es geçmeyelim ancak istisnalar kaideyi bozmaz. Telefonlara birbiri ardınca “ortak mesajlar” geçildi. Özel olarak arayanları ya da mesaj atanları unutmayalım, lakin bunlar da istisna tabii. Bu arada geride kalan bayramın Kurban Bayramı olmasından dolayı çıkan tartışmaları bir kenara koyalım, ayrı bir yazı konusu olacak nitelikte çünkü…


Eğer ömür yetecekse daha önümüzde sürüsüne bereket dini ve milli bayram, bunların peşi sıra getirdiği tatiller, yılbaşları, analar babalar ve sevgililer günleri var. Hatta bunlara azıcık nefes alınan –esasında alındığı sanılan- hafta sonlarını ve kişilere özel doğum günleri ve yıldönümlerini de ekleyin. İnsan yapımı zaman dilimlerinden oluşan takvimin üzerinde işaretlenmiş yine insan yapımı kutlama günleri hayat boyu dönüp durmakta. Refleks halinde kutladığımız bu döngülerden oluşan hayatı, sanki sürekli değişik bir şeyler oluyormuş gibi yaşıyoruz. Hayat ölüme kadar yaşanan bir "dejavu" halinden başka bir şey değil aslında.



Dünyanın kendi çevresindeki ve Güneş çevresindeki dönüşlerine göre dilimlendirilmiş zaman, düşünebilen bir varlık olan insanoğlu için en büyük kısıt, benzer şeylerin sürekli tekrar halinde yaşandığı bir hapishane. Ölüme kadar yaşamaya mecbur bir kısır döngü… Bunun kırılabildiği bir “paralel evren” keşfedilmediği takdirde, insan sürekli farklı şeyler yaşadığı hissiyatı ile kendi kendini avutmaya devam edecek.














1 Ağustos 2014 Cuma

Kentsel Ölüşüm

İçinde bulunduğumuz yaz ayları sebebiyle, hemen her yerde tatil ve yazlık mekan fotoğrafları paylaşılmakta. Ancak bu yazıdaki görüntülerin tamamı şehir betonlaşmasından örnekler olacak. Hoş... Nüfusun anormal ölçüde çoğalıp, insanların belli kentlere rahat geçinebilmek ve daha konforlu bir yaşam sebebiyle yığılmalarıyla, bu kentler şişip megapol haline gelmişler ve çok değil, son elli altmış yıla kadar o kentin deniz, orman vs. tüm doğal kaynaklarından tatillerde de yararlanılabilmekteyken bu durum hızla son bulmuş ve başka başka deniz, güneş, doğal güzellik barındıran “el değmemiş” belde arayışına girilmiştir. Bu da o tatil beldelerini tatil için kaçtıkları o mega kentlere hızla yakınlaştırmıştır. Bu tip beldelere en iyi örnekler Bodrum ve Çeşme gibi yerler.  Kalabalık ve betonlaşma, özellikle lüks otel, tatil köyü, “beach”, marina, site betonlaşması, doğal sahil şeridinin, yeşilliklerin halka açık halinden çıkarılıp “dönüştürülmesi” ve gittikçe daha suni bir yer haline gelmesi açısından bir megapolden farksızdır artık buralar da. Bizim gibi “doğa sevmez” toplumların başardığı (!) en iyi şey, bir yeri doğal dokusundan koparıp dönüştürmek, nefessiz kalınca da bir başka yere kaçıp bu sefer orayı dönüştürmek… Bu yazıda konu edeceğimiz megapol ise, hızlı dönüşüme en iyi örnek olabilecek yer olan İstanbul…




İşte İstanbul’un Marmara – Boğaz girişinden genel bir manzara… Tek dairesi milyon dolarla şehrin sömürüsüne ortak olmuş zengin kesimine satılan devasa, çelik konstrüksiyon gökdelenlerle dolu. Tabii, dokuz şiddetinde depreme dayanıklı, en kaliteli pahalı malzemeden yapılmış zengin kuleleri onlar. Peki ya katledilen doğal yeşil örtü, üzeri zift ve betonla kaplanan toprak? İki parmak kalınlığındaki taşıma toprak üzerine, peyzajla yaratılan göstermelik süs bitkileri bu kaybın yerini tutuyor mu? Neden özellikle son yirmi yıldır her yağan yağmurda ortalığı sel basıyor? Neden git gide kuraklaşıyor bu şehir? Ve neden ne kadar yoğun yağış olsa da baraj suları kayda değer şekilde artmıyor? Beton kaplı yüzey hızla artıyor, toprak suyu emip, yeraltı su kaynaklarına, oradan da barajlara taşıyamıyor atık. Çoğu kurak geçen mevsimin orta yerinde bastıran ani bir yağış, yağmur sularının beton yüzeyler üzerinde birikmesine ve sellere yol açıyor.




Bu da yine Boğaz girişinden Anadolu yakasına doğru bir görünüm… Son bir – iki içinde yapımı tamamlanan inşaatlardan Kadıköy kıyısındaki büyük otel ile Göztepe’deki eski Meteoroloji sahasına dikilmiş devasa gökdelenler göze hemen çarpmakta. Ve tabiidir ki yeşil örtü katliamı yapılarak ortaya çıkan tüm o beton grisi silüetin tüm kıyı şeridine yayıldığını görmemek için ancak kör olmak lazım. Yeşillik ancak arkadaki “henüz özelleştirilip imara açılmamış” askeri tepelik bölgelerde ve Moda, Fenerbahçe, Caddebostan gibi doldurulmuş kıyılarda. Son otuz yıl içinde bu betonlaşma hızla artarken, bir yandan da kıyılara dolgu alan yapılıp, yeşillendirildi. Yani devlet bir yandan alanları binalaşmaya açarken, bir yandan da “sanki” bunu telafi edercesine yeşillendirilmiş dolgu alan çalışmaları yaptı. 




Maltepe sahil projesi, bu dolgu alan yaratma faaliyetlerinin son halkası. Var olan dolgu alana birkaç misli alan daha eklendi ve yeşillendirilip, yeni ağaç fidanları ekildi. Ancak bu dolgu alan hem depremde ilk çökecek olan zeminlerden biri, hem de insan eliyle yapılan ağaçlandırma ve yeşillendirmeler asla tam olarak doğal ağaç ve yeşil zemin yokluğunun yerini alamıyor. Bir yandan yok ederken, bir yandan da suni yollarla yerine koyacağına, var olanı yok etmemek gerekiyor esasında. İş işten geçmeden…




Göztepe’deki eski Meteoroloji alanına inşa edilen gökdelenler, sahilden yakın planda bu şekilde gözükmekte. İstanbul’un Anadolu yakası sahilini gören herhangi bir yerden baktığınızda –özellikle Adalar ve Ada vapurları- bu dört devasa gökdelen ilk göze çarpan binalardan oluyor. Meteorolojik tahmin gibi son derece önemli gözlemlerin yapıldığı, kamuya ait bu yeşil saha rant uğruna, birilerinin cepleri daha da dolsun diye, bu dev gökdelenlerin yükselmesi için imara açıldı. Toplumun çok küçük bir yüzdesini oluşturan, lakin milli gelirden önemli pay alan kaymak tabaka mensupları bu gökdelen dairelerini konut ya da işyeri olarak satın aldılar ya da kiraladılar ve o muhteşem İstanbul manzarası (!) eşliğinde, süper konforlu şartlarda, çok sağlam yapılarda yaşamaya başladılar. Ancak kendilerinin tadını çıkardıkları bu mekanlar, hem sahil manzarasını bozucu görünümleri, hem de yeşil alan kaybı bakımından en büyük olumsuzluklardan biri oldu şehir için.




Gökdelenlerin bulunduğu caddeden yukarı doğru bakıldığındaki görünümleri, devasa boyuttaki yüksekliklerini net şekilde belli ediyor.




Burası da Göztepe parkı… Birkaç sene öncesine kadar park alanına cami yapılıp yapılmaması yönünde tartışmaların döndüğü bu parka şükür ki ne cami ne de başka türden bir beton yapı konduruldu lakin peyzaj düzenlemeleri adı altında eski ağaçların önemli bir kısmı sökülüp yeni fideler dikildi. Bir yere yeni ağaç fidelerinin dikilmesinin zararı yok ancak daha eski ve köklü ağaçların yerini asla yenileri tutamaz. Yeşile önem vermek, alanları sadece peyzaj çalışmalarıyla süslemek değildir. Bitkisel örtünün doğaya olan katkı yönü, görsel yönünden çok daha önemlidir. Ancak ülkede yeşilin süs yönü her zaman doğal yönünden öncelikli olmuştur maalesef.




Parkın oldukça uzağında olmasına rağmen sanki yanı başındaymış gibi görünen devasa gökdelenler ile parktaki fıskiyelerde serinleyen ve oynayan çocuklar tam bir tezat oluşturmakta. Üstelik iki cadde kadar ötede “kentsel dönüşüm” amacıyla eskisinin yerine yapılan yeni binanın inşaatındaki koca vinç de cabası… Bu vinç tek de değil. Parkın çevresindeki caddelerin hepsinde aynı anda sürdürülen inşaatlar mevcut. Anayol olan Bağdat Caddesi hariç, parkın üç bir yanındaki inşaatlar ve vinçleri, dibindeymiş gibi yükselen gökdelenler ve parkta dinlenmeye, nefeslenmeye çalışan insanlar. İronik…



1999 Gölcük depremiyle birlikte, mevcut binaların sağlam olup olmadığı konusu aniden gündeme geldi. Türkiye zaten şiddetli depremler üreten fay hatlarının üzerinde, buralar belli ve tarih boyunca yaşanan yıkımlar da biliniyor. Lakin İstanbul gibi nüfus ve ekonomik akış bakımından ülkenin en önemli megapolü, kendine çok yakın bir yerde –Gölcük- çok şiddetli bir depremin -7,4- meydana gelmesiyle uyandı. Şiddetli deprem riski her zaman için vardı, bilim adamları zaman zaman bunu dile getirmekteydiler ancak hem iktidarlarca hem de bizzat vatandaşlarca kulak ardı edildi. 7,4 lük depremin meydana gelmesiyle sadece İstanbul’da değil, ülkede topluca aniden depreme karşı hassasiyet başladı, jeoloji ve inşaat uzmanları sık sık demeç verir oldular. Her şeyde olduğu gibi bu riski de anca yumurta kapıya dayandığında fark etmiştik. İstanbul’da çok önemli bir oranda riskli yapı mevcuttu ve şiddetli depremde yıkılmaları halinde sadece şehrin kendisi değil, ülkenin en kalabalık kenti olması ve ekonominin can damarlarının bulunmasından dolayı ülke büyük zarar görecekti. Bu yüzden binaların kontrolü gündeme gelmiş oldu. Çürük olduğu saptanan binalar için iki yol vardı, ya sağlamlaştırılacak ya da tamamen yıkılıp yeniden yapılacaklardı. Hangi yolun seçileceği ise ancak bilimsel ölçümlerle anlaşılabilirdi. Ancak geçen on beş yılda bu konuda halkın yararına olacak adımlar atılmadı. Yeni yapılar artık usulünce, depreme dayanıklı inşa ediliyordu –belki- ancak mevcut binalarda bir ilerleme yoktu ta ki on yıl öncesine kadar…

2005 – 2006 yıllarında inşaat sektörü hummalı bir çalışmanın içine girdi ve deyim yerindeyse tüm şehri şantiyeye çevirdi (!) Yıkılmasına gerek olmayıp sadece sağlamlaştırılabilecek binalar bile yıkılıp yeniden yapılmaya başlandı. Bu binaların en önemli özelliği ise şehrin “rant” getiren semtleri ve caddelerinde bulunmalarıydı. Hatta sağlamlaştırılmasına bile gerek olmayan sağlam binalar da yıkım furyası içine giriverdi. Öyle ki çürük olan lakin rant getirmeyecek şehir bölgelerinde bulunan pek çok bina es geçildi ne yazık ki. Önce tek cadde üzerinde birer ikişer yıkılan binalar, yıllar geçtikçe tek cadde boyunca toplu yıkımlara dönüştü. Sürekli toz toprak, mevcut şehir gürültüsü üzerine bir de inşaat gürültüsü ve mevcut hava kirliliği üzerine, yıkılan eski binalardan asbest başta olmak üzere savrulan çeşitli atık maddeler eklendi. Eziyetli megapol yaşamı daha da eziyetli hale geldi. 1960 – 70 – 80’lerin kendilerine has çeşitli tiplerde mimarilerine sahip olan binalar yeniden yapıldıklarında, 2010’ların tek tip “Fransız balkon”,  çoğu cam – krom malzeme ikilisi ile çevrilmiş, mantolama usulü izolasyonlu, hem inşaat firmasına daire satışından daha fazla gelir getirsin diye daha fazla daireli, yani çok daha yüksek, hem de dükkan geliri aksın diye çoğunun mevcut bahçesi üzerine beton dökülmüş ya da bahçe alanı daraltılmış halde sunuldular.

Genelde sağlam olan ya da sadece sağlamlaştırılmayla düzelecek olan apartmanlarını daha yeni, lüks, konforlu, görüntüsü, “ambalajı” daha hoş (!) olsun diye müteahhite veren mülk sahipleri, yeni dairelerine kavuştuklarında en büyük sıkıntıları dairelerin eskisine nazaran küçüklüğü oldu maalesef. Müteahhitler aynı alana daha çok daire sığdırmak, dolayısı ile daha çok kar etmek için yeni dairelerin metrekaresini düşürmüşlerdi. Deprem riski kentsel dönüşümde hep bahane olarak kullanıldı, depremin gerçek riskinden değil, korkusundan yararlanıldı. Hazır beton sayesinde lego evler misali kısa sürede tamamlanan yeni dairelerine geçen insanlar, ne apartmanların daha çok yükseltilerek şehrin havasını olumsuz yönde etkilemesini ne de bahçelerin betonla kaplanarak ya da daraltılarak toprak alanların yok edilmesine dikkat ettiler. Tek sorunları daire metrekaresi oldu (!) İstanbul’un son yıllarda iyice boğucu bir havaya sahip olmasının ve yağan yağmurların toprak tarafından emilmeyip beton üzerinde sel oluşturmasının başlıca sebebi bu sistem değil mi? İnşaat firmalarına gelince, ne gam (!) Rant iyi olsun da gerisini boş ver mantığında hemen hepsi… 




Birden fazla binanın aynı anda yıkılmasıyla yaratılmış geniş bir inşaat alanı… Etrafı plakalarla çevrilmiş.




Yıkılma safhasındaki eski bir bina… Tek bir binanın bu işlemde havaya karıştırdığı inşaat tozları ve atık maddeler –en zararlısı da izolasyonda kullanılmış olan asbest- oldukça fazlayken, aynı anda yan yana yıkılan apartmanlardan yayılan miktarı düşünün… Bir binanın bu esnada yaydığı ağır koku, günlerce sokaklardan gitmiyor ne yazık ki.




Kesişen iki sokak üzerinde aynı anda yapılan oldukça yüksek iki yeni apartman. İnşaat tozunun, kirliliğin, gürültünün katmerlisi…




Ve tüm bu inşaat furyası ortasında, İstanbul’un demiryollarını hızlı trene uygun şekilde yenileme projesi. Mevcut demiryollarını yeni teknolojiye göre yenilemek elbette çağa uygunluk ve konforlu yolculuk açısından gerekli, ancak şehrin bir ucundan diğerine kadar giden raylar boyunca sürecek inşaat, diğer “kentsel dönüşüm” inşaatlarına eklendiğinde oluşan bu devasa şantiyenin hava, gürültü ve görüntü kirliliğine yaptığı katkılar hiç düşünüldü mü?







Yeni yapıların hepsi bir model: Fransız balkon, mantolama usulü izolasyon, balkonların neredeyse tamamına yakını cam – krom malzemeyle çevrelenmiş. 2010’ların apartman modeli bu olabilir, lakin eskisinin yerine kendi tasarımına uygun modellerde değil, sürekli yeni model apartmanlar dikildiği takdirde, şehrin tamamı –sadece tarihi eser kapsamında korunma altına alınmış çok az oranda yapılar hariç- tek dönemin tek tip binaları ile dolmuş olacak. 1960’lardan bu yana çeşitlilik gösteren yapıları anca eski belgelerde göreceğiz. Sonuç, monoton ve ruhsuz bir şehir…





Kentsel dönüşüm kapsamında yapılan binaların, eskisinden bir misli daha yüksek olduğu, bu örneklerde açıkça görülmekte…





Çok büyük ihtimal, gerekli imar izni kopartılamadığı (!) için daha fazla yükseltilememiş, yerine yapıldığı eskisi ve çevresindeki binalarla aynı yükseklikte inşa edilen dört beş katlı apartmanlar da var. Ancak sayıları çok az…




Etrafındaki yapılara tepeden bakan, yapım aşamasındaki bu devasa apartmanın cephesine asılmış inşaat firması flamasının ismi ne kadar da manidar (!) Şehrin esasında neye ihtiyacı olduğunu söylüyor adeta…




İnşaat halindeki yapıları çeviren koruyucu plakalar, firmanın reklam panoları görevini de yapmakta. Firmanın reklam amaçlı yazdığı sloganlarla, gerçekte olanın tezatlığı ironik…




O “rahatsızlık” keşke özür dilemekle geçiyor olsaydı… Ondan önemlisi de inşaat boyu süren geçici bir rahatsızlık değil, çevre için kalıcı bir rahatsızlık olacak bu. 




Bu yeni binanın tepesindeki inşaat firmasına ait logo, binaların gerçekten de “arttığını” gösteren ironik bir tesadüf değil mi?




Bu apartmanın ağaç, çimen ve gül fidanlarıyla dolu bahçesi, yıkılıp yeniden yapıldıktan sonra, gördüğünüz restorana ev sahipliği yapması için tamamen betonlaştırıldı.




Bu iş merkezinin yerinde, iki yıl öncesine kadar bahçeli ve iki katlı bir ev vardı. Ev yıkılırken bahçe de tamamen betonlaştırıldı.




Önceden var olan bahçelerin betonlaştırılmasının sebebi bu fotoda açıkça görülmekte: Kiralık dükkanlar elde etmek…





Bunlar da eski tip yüksek binalar. Ancak kapladıkları arazinin en az üç katı ağacı, yeşili bol bahçelere ayrılmış. Apartman sakinleri park misali bahçelerinde rahatlıkla oturabiliyorlar. 




Bu bahçesi geniş apartmanlardan birinin adının “Koru” olması ne kadar anlamlı tesadüf, var olan yeşillikleri korumak adına…



Karadeniz şeridinden Marmara’ya kadar başlı başına doğal bir park olabilecek mükemmel bir şehri iyice tükettikten sonra, insan eliyle yapılma küçücük parkların da yok olmaması için protesto eylemleri yapar hale geldik sonunda. Bu betonlaşmada hepimizin suçu var, zamanında duyarlılık gösteremediğimiz ve şehri sömürüye açık hale getirdiğimiz için. “Üç beş ağaç” yüzünden çıkan Gezi süreçlerinin tekrar etmemesi için en azından elde kalan değerleri korumak gerek. Peki şu aşamada yeterince duyarlı mıyız? İşte orası çok şüpheli…









15 Haziran 2014 Pazar

Olaylı ay: Haziran

Bu cümle sanırım ilk anda akıllarda “Gezi olayları, direniş” gibi çağrışımlar yaptı ama olay bambaşka. 2000’lerin başlarından beri her Haziran ayında tekrarlanan “şenlikler” var ki görülmeye değer. Adına “Kep giyme törenleri” diyoruz…


1971 doğumlu, kırklı yaşlarının başındaki biri olarak “teyze” modunda konuşmuş olacağım ama “Bizim zemanımızda yoktu bunlar mirim” (!) Şu direniş kuşağı, y kuşağı diye tanımlanmış olan 1990’lıların eğitim dönemleriyle ortaya çıktı. Öyle ki anaokulu dahil, ortaöğretim, lise ve tabii ki üniversite bitirme törenlerinin hepsinde, tüm okullarda artık mezuniyet eşittir kep giyme töreni olmuş. Yeni milenyuma girene kadar, henüz sayıca enflasyon yapmamış Anadolu liseleri ve özel okullarda ve belli başlı, yüksek puanla öğrenci alan ve tabii “dış bağlantı” içeren Boğaziçi, Hacettepe, ODTÜ gibi “seçkin” üniversitelerin mezuniyetlerinde yapılan kep giyme törenleri, şimdi en ortalama ilköğretim okullarında bile var. Tabii ki böyle hoş tören şekilleri, öğrenciyi onore ve motive edici şenlikli, renkli uygulamalar güzel ancak ambalajı bu kadar renkli eğitim sisteminin içi, özü ne alemde? Zarf çok güzel ama ya mazruf?

Uzun uzadıya eğitim sistemini eleştirmeye gerek yok aslında, her şey gayet açık: Sürekli değiştirilen, yap boz tahtasına dönüştürülen bir sistem, bunun oyuncağı haline gelen körpe beyinler ve bu çocuklara eğitim vereyim derken kafaları karışmış, atanma problemleri ve geçim dertleri yüzünden de eski devrin “idealist” kimliğinden oldukça uzaklaşmak “zorunda kalmış” öğretmenler… Ayrıca baştaki hükümetin muhafazakar/din eksenli eğitim anlayışından dolayı git gide artan muhafazakarlık, sürekli bir imam hatip lisesi açma durumları… Zaten en az yüz yıldır doğu ile batı arasında sıkışmış genç ve yetişkin tüm zihinler, Batı’dan gelme kep töreni, serbest kıyafet gibi uygulamalar ve güya seçmeli gibi gösterilen ama okullara giriş sınavlarında dahi zorunlu hale getirilen din dersleri arasında bulamaca dönüşmüş halde. Hangi görüşte olursa olsun, ne istediğini bilen, amacı belli, “net” bir zihin, bu tip çorbaya dönüştürülmüş, “sisli”  zihinlerden kat kat iyidir.


Kep gibi güzel bir “aksesuar” maalesef kepi taşıyan genç neslin bu yöndeki çaresizliğine derman olamıyor. Mevcut durumda sadece bir göz boyama aracı, o kadar… 







12 Mayıs 2014 Pazartesi

İronik manzaralar (2)









İşte, koca meraklılarının doluştuğu apartman…









Kapitalizm kara delik gibidir, bir gün mutlaka sizi de çeker: Alışverişte semt dükkanları ve pazarları seçen bendenizin, Mango’ya yenik düştüğü gün.







The Matrix’in şu meşhur “göbek deliğine giren” böceği ile tam yirmi yıldır aynı evde yaşıyoruz ama tabii ki bundan Hollywood’un haberi yok.







Biscolata erkeklerini uzak diyarların adalarında aramayın…







Tehlikenin farkında mısınız?







"Yedi güzel adam”, yedi kocalı Hürmüz… Ohh maşallah, Allah gözünü doyursun bacım.







Kim derdi bu asil Elf kraliçesinin reklam panolarına düşeceğini? Tüketim çılgınlığı Orta Dünya falan dinlemez.







Tabii ki öyle yapardınız, nasılsa bankalar insanları yoluyor…







Tüm “Engin” lere duyrulur…







Acı gerçek: Özgürlük ve hayata hakimiyet istiyorsan, akıllı telefonun mutlaka olacak.







Amcam kendine 150 yıl ömür biçmiş, belli ki paralel evrende yaşıyor…







Ya sahiden "gerçek" olaydı, salonun ortasında öyle rahat durabilir miydin?







Şüphesiz, dünyanın en kısmetli kadını: Safinaz…








Efsaneleşmiş Pakize ve Kezban kardeşler: Koskoca yük gemilerine isimleri verilmiş.








Ve koskoca bir “kızıl ay” yükselirken göğe, tüm fantastik yaratıklar, vampirler, cadılar, zombiler, ifritler ve hayaletler cirit atmaya başlarlar karanlıkta…