29 Ocak 2014 Çarşamba

Buzz gibi...

Son günlerin rüşvetli, yolsuzluklu, ayakkabı kutulu, para sayma makineli, bakan oğullu, bol operasyonlu siyasi atmosferi arasına bir de TRT’nin “kadın bedeni hassasiyeti” temelli buz pateni yasağı söylentileri sıkışıverdi, malumunuz… Modern kesim ahalisi “TRT, kadın sporcuların bedenini tahrik unsuru saydığı için bu sene çiftlerde buz pateni gösterilerini yasaklayacakmış” diye söylenirken, TRT ise “Yok öyle şey, ödeme konusunda uzlaşamamıştık ama şimdi hallettik, yayınlayacağız” dedi.

Şimdi bu olayın aslı astarı nedir, o konuda ahkam kesmek istemem ama buz pateni vakası da diğer birçok olay gibi erkek gözü üzerinden değerlendirilmiş. Şuna bir de kadın gözüyle bakıversek hiç fena olmaz…


Bu çiftler müsabakalarında sadece kadın dansçı mı var? Hayır… Kadın sporculara partnerlik eden, her gün kondüsyon çalışmaktan vücudu taş gibi olmuş, Yunan heykeli misali sırım gibi, üstelik de Avrupalı genç adamlar var...

Bizim Türk kadınları bunları tivide görünce önce yanındaki kocalarına bi bakacaklar: Adam orta yaşı devirmiş, saçlar kırlaşmış, tepesi kelleşmeye yüz tutmuş, bir de her akşam tivi karşısında löp löp tıkınıp da ardından uyuyakalmaktan ense, göbek yağ bağlamış. Hatun haliyle ikilemde kalacak...

Sonra da kendine bi bakacak, eşinden bir farkı yok… Üzüm üzüme baka baka kararır misali, birbirlerine bakıp bakıp monoton hayat sürmekten, devamlı tivi seyredip tıkınmaktan, iki adım atacak her tür faaliyete sırt çevirip kanepe üzerinde popo devirmekten kendilerine bakamaz olmuşlar. Yıllar da öylece geçip gidivermiş… Hani bi çılgınlığa kalkışıp kocayı boşasa, o tivide görüp hayran kaldığı adamın yarı özelliklerine sahip biriyle dahi olamaz artık. Sıkılsa da, didişse de, kaprisleşse de kocasıyla beraber yaşamak zorunda. Şimdi geldi mi kadının içine bir hırs, bir öfke, bir “kahpe felek” hissi…

Ha bir de bu buz pateni, artistik dansın buz üzerindeki hali. Ölümüne romantik figürlerle dolu… Hanım bunu seyredecek seyredecek ve hiç beklenmedik bir anda "Şaakirrr biz ne zamandır senle şöle bi dans edemedik. Düğünlerde bile yiyip içip oturuyorsun, zıkkım yiyesice!" diye kıyameti koparacak. Yıllardır içinde biriktirdiği ne varsa, orada kusacak.


Al işte sana adım adım aile faciası. Değer mi?



Bu yasak iyi oldu:)














13 Ocak 2014 Pazartesi

Sek sek Seksenler...

Bir sosyal medya paylaşımından alıntılanmıştır:


“80'li Yıllarda Öğrenciydik...

80'li yıllarda biz öğrenciydik ve nasıldık bir bakın:

Saçlara jöle, tırnaklara oje, sürülemez, spor ayakkabıyla okula girilemezdi.

Erkekler kravat, kızlar fiyonk takmadan, yaka ve tırnak kontrolü yapılmadan derse girilemezdi.

Sabahları bahçede sıra olunur, pazartesi sabah Cuma öğleden sonra müdür konuşma yapar, özel günlerden biriyse saygı duruşu yapılır ve gerçekten saygıyla durulur, İstiklal Marşı okunurken dik durulur, konuşulmaz, saygı duyulurdu.

Öğretmenlerle dalga geçilemez, veli toplantıları aileye korkarak bildirilir, okulda "konuştuğun" (sevgilin) varsa sadece bahçede yan yana yürünürdü.

Forma ile okula gidilir, eve gelene kadar forma çıkarılmazdı. Gömlekler pantolonların - eteklerin, içine sokulur, okul renkleri dışında bir renk giymek yürek isterdi.

Küpe, kolye, yüzük, bilezik hafta sonları takılır, saçlar erkeklerde tıraşsız, kızlarda 3 boğum örgüsüz ise disipline gidilirdi.

Cep telefonu yoktu, internet de yoktu ama yine de öğrenciler birbirleri ile haberleşirdi.

Biyoloji dersinde üreme konusu anlatılırken utanılır, aruz ölçüsü ezberlerken delirilir, milli güvenlik hocaları askeri disipline sokmaya çalışırdı.

Okul kitapları üzerinde sevilen sanatçı resimlerini olduğu klasörlerde taşınır, ders yılı başında mutlaka kap kâğıdıyla kaplanır, etiketler yapıştırılır, etikete adı-soyadı- sınıfı- hangi dersin kitabı olduğu yazılır, o derse ait defterler de kolaylık olsun diye aynı desen kap kâğıdıyla kaplanır, ders sırasında yanında kitabı olmayan azarlanırdı.

Sınıflar kalabalık olsa da çıt çıkmadan ders dinlenir, boş derslerde sınıftan çıkılmaz, ders saatlerinde okul sınırlarını ihlal etmek isteyenlere acınmazdı.

Ödevler mutlaka yapılır, dönem ödevleri için kütüphaneler, meydanloueres, ana ya da temel britanikalar taranır, ödevler elle ve mutlaka dolmakalemle yazılırdı.

Yat denince yatılır, sabah okula servis yerine otobüsle gidilir, bazen çanta yoklaması yapılır, okula yasak bir şey getirilemezdi.-okulun herhangi bir yerinde sakız çiğnenemez, derslerde bir şey yenemez, su içmeye gitmek için izin istenirdi.

Birine uyuz olduysak öğretmene şikâyet eder, asla kendimiz sopayla, bıçakla girişmez, çeteleşmez, okul dışında bile kavga etmezdik. Bilirdik ki kavga edersek evde ya da okulda bi posta daha dayak var.

Kızlarla erkekler birbirine mesafeli durur, el şakası yapmaz, küfürlü konuşmaz, efendilik bozulmazdı.

Yerli malı haftası sınıf pikniğine döner, her tür yiyecek bulunur ve biz bu yemekleri paylaşırdık.

Kitap okurduk örneğin, ödev bile olsa okurduk. Değiştirip kitapları öyle okur, kütüphaneden kimlik çıkartır kütüphanede okurduk.

Biz öğrenci gibi öğrenciydik. Saygılıydık, tertipliydik, edepliydik...

Biz çok güzel öğrencilerdik. Çok zor da olsa o dönemlerde hayat, şimdikiler gibi kayıp kuşak değildik. Hayatın bir anlamı vardı ve biz bunu bilmesek bile hissederdik...”


Son zamanlarda sosyal ağlarda, yukarıdaki örnekteki gibi 80’leri öve öve bitiremeyen, bu dönemi çok masum ve romantikmiş (!) gibi gösteren paylaşımlar dönmekte. 80’lerin büyük bir kısmını ortaokul ve lise öğrencisi olarak geçirmiş olan bendeniz, dönemin tanıklarından biri olarak işin aslının hiç de öyle olmadığını söylemek istiyorum, müsaadenizle…


Öncelikle yazının son paragrafına göz atalım. Burada hayatın “çok zor” olduğu ama şimdikiler gibi “kayıp kuşak” olmadığımız belirtilmiş. Bir kere bu türden ifadeleri ana babalarımız bizlere de söylerlerdi ve onların ana babaları da onlara söylemiştir. Her yeni nesil, bir önceki nesle göre garip gelir ve maalesef kafa yapısı sürekli değişim ve ilerlemeye kapalı olan insanlar –ki dünya üzerinde ve özellikle bizim gibi toplumlarda çoğunluğu oluştururlar- yeni nesli objektif değerlendiremez, iyi yanlarından ziyade kusurlarına odaklanır ve dillerinden “Ahh var ya bizim zamanımızda” cümlesini eksik etmezler. Ha, zamanın ilerlemesiyle hayat şartlarının değişmesi, yani “değişim” her zaman “gelişim” midir bu tartışılır… Birçok yönüyle negatife gidiş olduğu gibi, birçok yönüyle de pozitife doğru evrilme vardır. Mühim olan şey, yeni çağa ve nesle tek yanlı bakmak yerine, objektif değerlendirmektir.

Eğer konu 80’ler ise, en azından ülkenin büyük şehirlerinde asla o zor hayat yaşanmamıştır. 70’lerdeki benzin, gazyağı ve benzeri temel ihtiyaç maddelerinin sıkıntısı sonucu bazı uyanıkların bunları stoklaması ve halkın uzun kuyruklar oluşturarak bunları zar zor temin edebilmesi gibi şeyler artık görülmez. Ancak 80’lerin ekonomik ve siyasi koşulları pek mi “halkçı” dır? İşin politik yönüne fazla girmek istemezdim fakat 80’leri iyi okumak için de dönemin politik durumunun irdelenmesi şarttır.

ABD destekli askeri bir darbe olmuş, meclis devreden çıkarılmış, başa ABD destekli, “anarşik ortamı sona erdiren, kurtarıcı” (!) rolünde bir paşa –Kenan Evren- geçmiş, üç yıl sonra yapılan seçimlerde de yine ABD güdümlü, sağcı, “Ben zengini severim, benim memurum işini bilir” gibi veciz (!) sözlerin sahibi merhum Turgut Özal –bizim gençliğin deyimi ile Özal amca/Tonton amca- geçmiş. Sol düşünce ve sosyal devlet ilkesi alabildiğine bitirilmeye çalışılıyor, sınırlar dışa açılmış ve ithalat artık hiç olmadığı kadar serbest. Milletin o zamana kadar anca yurt dışına giden akrabalarının üç beş parça getirince görebildiği tüm mallar, ülke içinde bol miktarda satışta. “Serbest piyasa ekonomisi, teşebbüs hürriyeti” gibi kavramlar alabildiğince parlatılmakta ancak bunca yıldır böylesine yoğun ve değişik mal ve hizmetlere aç bir milletin önüne serilen bu yabancı ürünlerle rekabet edebilecek yerli üretim var mı? Teşvik ediliyor mu? Hayır…

Yoğun şekilde tüketim pompalanır beyinlere… Şu anki tüketim çılgınlığının temelinin döşendiği yıllardır 80’ler… Cebinde yüklüce parası olanın, “marka” giyebilenin saygı görmeye başladığı yıllardır. O zamana kadar “alışveriş ve ayakkabı çılgınlığı” denen bağımlılık şeklinin adını duymamışken, o yıllarla birlikte literatürümüze girmiştir. Kot pantolon, lastik ayakkabı artık “Levi’s, Lee Cooper ve Converse, American Eagle, Adidas, Nike” olmuştur. Dış ülkelerden çılgınlar gibi otomobil ithalatı başlamış ve eskinin “Ayağımı yerinden kessin, bana yeter” düşüncesi, “Arabam marka olsun ki itibar göreyim” anlayışına yerini bırakmıştır. Cebindeki para kadar alışveriş yapma, “ayağını yorganına göre uzatma” devri kapanmış, tüketici kredileri ve kredi kartlarıyla bankalara borçlanma başlatılmıştır. Üstelik de halkın satın alma gücü, reel geliri git gide düşürülmekteyken… Şimdi hemen hepsi yabancı kuruluşlara ve bazı hatırlı işadamlarına peşkeş çekilmiş kamu kurumlarının özelleştirilmesi konusu,  daha o zamanlardan gündeme alınmıştır.

Hal böyle iken, 80’ler gençliğinin bu ortamdan etkilenmemesi imkansızdır. Gençler arasındaki itibar da cepteki harçlığın miktarına, marka giyime, “klas” mekanlara gitmeye, babasının “havalı” arabasını alıp “cadde turu” yapmaya endekslenmiştir artık. Hollywood filmleri dış ülkeler ile aynı anda vizyona girmekte, o sırada henüz çökmemiş olan Sovyet Rusya rejimini alabildiğine kötülerken, ABD değerlerini göklere çıkaran, her biri birer “kahramanlık destanı” (!) olan Rock ve Rambo serileri, Top Gun gibi filmler gişe rekorları kırmaktadır. 80 öncesi gençlerin siyasi görüş farklılıklarının ajan provokatörlerce kışkırtılıp, birbirlerine düşürülmesi sonucunda çok acı bir fatura kesilmesinden dolayı, ebeveynler – bir bakıma haklı olarak- bu dönemde çocuklarının siyasi görüş sahibi olmalarını istemezler. İlgilendiği konuların başlıcaları pop müzik, moda ve şahsi ilişkiler olan, toplumsal meselelere kendini iyice kapamış bir apolitik nesil ortaya çıkar ve tek kanallı devlet televizyonu ve bununla aynı eksende yayın yapan “boyalı basın” kuruluşlarının da etkisiyle, artık gençler için özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar, ABD’den pompalanan kapitalist değerlerle eşlenir. “Sol” öcüleştirilmiştir…

Şimdinin teknolojisi o dönemde yoktur ancak o dönemde var olan teknolojiye olan bağımlılık da az buz değildir. Bu zamanın akıllı cep telefonu, internet, on-line bilgisayar oyunları, sosyal medya, 7/24 yayında olan milyon tane kanaldan saçılan milyon tane koftiden, ortalama altı zekaya hitap eden gündüz kuşağı kadın programları, prime time yarışma programları ve dizilerin bağımlısı genç ve yetişkin insanlar yerine, henüz yeni yeni renkli ekrana geçmiş tek kanallı tv den haftada sadece iki üç gün verilen, yayınlandığı saatlerde sokakta insan bırakmayan dizilerin bağımlısı genç ve yetişkinlerin, pıtrak gibi açılmaya başlayan Atari salonlarının bağımlısı gençlerin devirleridir 80’ler. Bu devrin doğadan iyice kopmuş, sanal dünyaya iyice gömülmüş “kayıp kuşak” ının tohumları 80’lerde atılmaya başlanmıştır.


Baştaki paylaşıma tekrar dönersek, katı disipline, kız erkek ilişkileri arasındaki muhafazakarlığa ve korku odaklı “saygı” ya güzellemeler yapıldığı görülmekte. 80’ler zaten özgür düşüncenin bitirilmeye başlandığı, Türk-İslam sentezinin pompalandığı, ortaöğretim kurumlarında düşünce odaklı mantık, felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi derslerin önemsizleştirilmeye başlanıp, din derslerinin zorunlu kılındığı dönemdir. Oldukça katı bir kılık kıyafet ve davranış disiplininin hakim olduğu bir kız lisesinde orta ve lise dönemi dahil altı yıl okumuş olduğum için gayet iyi bilirim, hiçbir öğrenci öğretmenlerin sevgiden, anlayıştan uzak sert tutumlarına, aşağılamalarına, darbe dönemine ait askeri disiplinine tav değildi. Evet, karşı çıkamazdı öğrenci kesimi, çoğunlukla suskun kalır, öğretmenine karşı gelemez, başı önde olurdu. Ama bu asla saygı göstergesi değildi, öğretmenden ve sınıftan uzaklaştığı anda arkadaşları ile –haklı olarak- tüm bu olumsuzlukları yerden yere vurur, hatta öğretmenlere ve düzene küfürler sallardı. Bir yandan Batı odaklı ve sadece tüketime dayalı bir ilerleme, ama bir yandan da klasik Ortadoğulu muhafazakarlığın devam ettirilme isteği… İçinde bulunduğum kuşağın çocukluk ve gençlik dönemleri işte böyle iki arada bir derede geçmiştir. Şimdi her şey gayet iyi görülüyor aslında; ülkenin şu anda başında bulunan yöneticilerin büyük bir oranı ve hayata yön veren, aktif, çalışan orta yaş kesimi, 80 kuşağının gençleri ve çocuklarıdır. Ne kadar yararlı (!) bir kuşak çıkmış değil mi?














3 Ocak 2014 Cuma

Empatiden yoksun kutlama günleri

Kaybı ve yokluğu halinde üzüntü, keder ve hatta travma yaratan insanlar üzerine yapılmış üç “özel” gün vardır: Anneler / babalar ve sevgililer günü...


Ana baba kaybı yaşamış öksüz ve yetimler, ana babalar tarafından terk edilen, şefkat gösterilmeyen, ilgilenilmeyip bir köşeye atılan ya da olmadık eziyetler yapılan çocuklar, çocuklukları bu şekilde geçmiş yetişkinler ve bu özel günlere az bir süre kala ana babasını yitirmiş herkes için anne ve babalar günü ıstırap günleridir.

Keza, hayat boyu eş/sevgili bulamamış, cinsel ve duygusal yoksunluk çeken yetişkinler, pek çok ilişkisinde terk edilen, aldatılan ya da kazık yiyen insanlar, birbirlerinden zorunlu olarak uzun bir süre ayrı kalacak kişiler, eşi/sevgilisi vefat etmişler, eş/sevgiliden yeni ayrılmış ya da kaybetmiş kişiler için de sevgililer günü acı vericidir.

Bu saydığım türdeki insanlar, toplumun azınlığını değil, tam tersi en az yarısını oluşturmaktadır. Hoş, az kişide olsa bile, acı yine acıdır… Bu yüzden yılın bu günleri geldiğinde birileri sanal ya da gerçek ortamlarda mutluluklarını gözlere soka soka yaşarlarken, ana / baba / eş-sevgili yönünden kayıp veya şanssızlıklar yaşayan, yaşamakta olan kişiler ise kaçacak delik aramakta, travmaları bir kat daha artmaktadır.

İnsanoğlunda doğuştan empati duygusu vardır ancak içinde yaşadığımız tam anlamıyla “bencil” sistem bunu iyice köreltmiştir. Adlarına ne kadar “ulvi” anlamlar yüklenilirse yüklenilsin, bu saydığım üç  gün, özünde birer bencillik abidesidirler.

Bence, varlığı kişi için önemli insanlar üzerine kurulu bu özel günlerin böyle “genel” kutlamaları olmamalıdır. Bu tip günler örneğin bir yılbaşı gibi değildir. Yılbaşı, değer verdiğiniz herhangi bir kişi üzerine kurulu değildir, herkes için genel bir gündür. Hoşunuza gidiyorsa, sizinle aynı hisleri paylaşan insanlarla birlikte eğlenerek kutlayabilirsiniz. Ha, belki o sırada da eski yılbaşı hatıraları ve bu hatıralarda şimdi sizinle birlikte ol(a)mayan sevdikleriniz aklınıza gelebilir ama zaten hemen herkes bu duyguyu paylaşıyordur. Fakat o “özel” kişiler üzerine kurulmuş “genel” günlerde birileri mutlu olur, birilerinin de eli böğründe kalır. İnsan psikolojisini altüst eden bir sosyal durumdur bu.


İlla ki ana babalar günü kutlanacaksa, ana ve babaların doğum günleri pek ala yeterli olabilir. Eğer her ikisi de sağsa ve hala birlikte yaşıyorlarsa evlilik yıldönümlerine de katkı yapılabilir. Eş ve sevgililerin doğumgünleri, evlilik ya da birliktelik yıldönümleri de sevgililer günü yerine geçebilir. Bu yalnızca kişilere “özel” dir… Genele yayılan belirli tarihlerle öksüz ve yetimlerin, yalnızların, aldatılmışların, terk edilmişlerin, aşkını öte aleme göndermişlerin üzüntüleri istemeden de olsa hatırlatılmamış olur. Böylesi daha iyi değil mi?