Bir sosyal medya paylaşımından alıntılanmıştır:
“80'li Yıllarda Öğrenciydik...
80'li yıllarda biz öğrenciydik ve
nasıldık bir bakın:
Saçlara jöle, tırnaklara oje,
sürülemez, spor ayakkabıyla okula girilemezdi.
Erkekler kravat, kızlar fiyonk
takmadan, yaka ve tırnak kontrolü yapılmadan derse girilemezdi.
Sabahları bahçede sıra olunur,
pazartesi sabah Cuma öğleden sonra müdür konuşma yapar, özel günlerden biriyse
saygı duruşu yapılır ve gerçekten saygıyla durulur, İstiklal Marşı okunurken
dik durulur, konuşulmaz, saygı duyulurdu.
Öğretmenlerle dalga geçilemez,
veli toplantıları aileye korkarak bildirilir, okulda "konuştuğun"
(sevgilin) varsa sadece bahçede yan yana yürünürdü.
Forma ile okula gidilir, eve
gelene kadar forma çıkarılmazdı. Gömlekler pantolonların - eteklerin, içine
sokulur, okul renkleri dışında bir renk giymek yürek isterdi.
Küpe, kolye, yüzük, bilezik hafta
sonları takılır, saçlar erkeklerde tıraşsız, kızlarda 3 boğum örgüsüz ise
disipline gidilirdi.
Cep telefonu yoktu, internet de
yoktu ama yine de öğrenciler birbirleri ile haberleşirdi.
Biyoloji dersinde üreme konusu
anlatılırken utanılır, aruz ölçüsü ezberlerken delirilir, milli güvenlik
hocaları askeri disipline sokmaya çalışırdı.
Okul kitapları üzerinde sevilen
sanatçı resimlerini olduğu klasörlerde taşınır, ders yılı başında mutlaka kap
kâğıdıyla kaplanır, etiketler yapıştırılır, etikete adı-soyadı- sınıfı- hangi
dersin kitabı olduğu yazılır, o derse ait defterler de kolaylık olsun diye aynı
desen kap kâğıdıyla kaplanır, ders sırasında yanında kitabı olmayan
azarlanırdı.
Sınıflar kalabalık olsa da çıt
çıkmadan ders dinlenir, boş derslerde sınıftan çıkılmaz, ders saatlerinde okul
sınırlarını ihlal etmek isteyenlere acınmazdı.
Ödevler mutlaka yapılır, dönem
ödevleri için kütüphaneler, meydanloueres, ana ya da temel britanikalar
taranır, ödevler elle ve mutlaka dolmakalemle yazılırdı.
Yat denince yatılır, sabah okula
servis yerine otobüsle gidilir, bazen çanta yoklaması yapılır, okula yasak bir
şey getirilemezdi.-okulun herhangi bir yerinde sakız çiğnenemez, derslerde bir
şey yenemez, su içmeye gitmek için izin istenirdi.
Birine uyuz olduysak öğretmene
şikâyet eder, asla kendimiz sopayla, bıçakla girişmez, çeteleşmez, okul dışında
bile kavga etmezdik. Bilirdik ki kavga edersek evde ya da okulda bi posta daha
dayak var.
Kızlarla erkekler birbirine
mesafeli durur, el şakası yapmaz, küfürlü konuşmaz, efendilik bozulmazdı.
Yerli malı haftası sınıf
pikniğine döner, her tür yiyecek bulunur ve biz bu yemekleri paylaşırdık.
Kitap okurduk örneğin, ödev bile
olsa okurduk. Değiştirip kitapları öyle okur, kütüphaneden kimlik çıkartır
kütüphanede okurduk.
Biz öğrenci gibi öğrenciydik.
Saygılıydık, tertipliydik, edepliydik...
Biz çok güzel öğrencilerdik. Çok
zor da olsa o dönemlerde hayat, şimdikiler gibi kayıp kuşak değildik. Hayatın
bir anlamı vardı ve biz bunu bilmesek bile hissederdik...”
Son zamanlarda sosyal ağlarda,
yukarıdaki örnekteki gibi 80’leri öve öve bitiremeyen, bu dönemi çok masum ve
romantikmiş (!) gibi gösteren paylaşımlar dönmekte. 80’lerin büyük bir kısmını
ortaokul ve lise öğrencisi olarak geçirmiş olan bendeniz, dönemin tanıklarından
biri olarak işin aslının hiç de öyle olmadığını söylemek istiyorum,
müsaadenizle…
Öncelikle yazının son paragrafına
göz atalım. Burada hayatın “çok zor” olduğu ama şimdikiler gibi “kayıp kuşak”
olmadığımız belirtilmiş. Bir kere bu türden ifadeleri ana babalarımız bizlere
de söylerlerdi ve onların ana babaları da onlara söylemiştir. Her yeni nesil,
bir önceki nesle göre garip gelir ve maalesef kafa yapısı sürekli değişim ve ilerlemeye
kapalı olan insanlar –ki dünya üzerinde ve özellikle bizim gibi toplumlarda
çoğunluğu oluştururlar- yeni nesli objektif değerlendiremez, iyi yanlarından
ziyade kusurlarına odaklanır ve dillerinden “Ahh var ya bizim zamanımızda”
cümlesini eksik etmezler. Ha, zamanın ilerlemesiyle hayat şartlarının
değişmesi, yani “değişim” her zaman “gelişim” midir bu tartışılır… Birçok
yönüyle negatife gidiş olduğu gibi, birçok yönüyle de pozitife doğru evrilme
vardır. Mühim olan şey, yeni çağa ve nesle tek yanlı bakmak yerine, objektif
değerlendirmektir.
Eğer konu 80’ler ise, en azından
ülkenin büyük şehirlerinde asla o zor hayat yaşanmamıştır. 70’lerdeki benzin,
gazyağı ve benzeri temel ihtiyaç maddelerinin sıkıntısı sonucu bazı uyanıkların
bunları stoklaması ve halkın uzun kuyruklar oluşturarak bunları zar zor temin
edebilmesi gibi şeyler artık görülmez. Ancak 80’lerin ekonomik ve siyasi
koşulları pek mi “halkçı” dır? İşin politik yönüne fazla girmek istemezdim fakat
80’leri iyi okumak için de dönemin politik durumunun irdelenmesi şarttır.
ABD destekli askeri bir darbe
olmuş, meclis devreden çıkarılmış, başa ABD destekli, “anarşik ortamı sona
erdiren, kurtarıcı” (!) rolünde bir paşa –Kenan Evren- geçmiş, üç yıl sonra
yapılan seçimlerde de yine ABD güdümlü, sağcı, “Ben zengini severim, benim
memurum işini bilir” gibi veciz (!) sözlerin sahibi merhum Turgut Özal –bizim gençliğin
deyimi ile Özal amca/Tonton amca- geçmiş. Sol düşünce ve sosyal devlet ilkesi
alabildiğine bitirilmeye çalışılıyor, sınırlar dışa açılmış ve ithalat artık
hiç olmadığı kadar serbest. Milletin o zamana kadar anca yurt dışına giden
akrabalarının üç beş parça getirince görebildiği tüm mallar, ülke içinde bol
miktarda satışta. “Serbest piyasa ekonomisi, teşebbüs hürriyeti” gibi kavramlar
alabildiğince parlatılmakta ancak bunca yıldır böylesine yoğun ve değişik mal
ve hizmetlere aç bir milletin önüne serilen bu yabancı ürünlerle rekabet
edebilecek yerli üretim var mı? Teşvik ediliyor mu? Hayır…
Yoğun şekilde tüketim pompalanır
beyinlere… Şu anki tüketim çılgınlığının temelinin döşendiği yıllardır 80’ler… Cebinde
yüklüce parası olanın, “marka” giyebilenin saygı görmeye başladığı yıllardır. O
zamana kadar “alışveriş ve ayakkabı çılgınlığı” denen bağımlılık şeklinin adını
duymamışken, o yıllarla birlikte literatürümüze girmiştir. Kot pantolon, lastik
ayakkabı artık “Levi’s, Lee Cooper ve Converse, American Eagle, Adidas, Nike”
olmuştur. Dış ülkelerden çılgınlar gibi otomobil ithalatı başlamış ve eskinin
“Ayağımı yerinden kessin, bana yeter” düşüncesi, “Arabam marka olsun ki itibar
göreyim” anlayışına yerini bırakmıştır. Cebindeki para kadar alışveriş yapma,
“ayağını yorganına göre uzatma” devri kapanmış, tüketici kredileri ve kredi
kartlarıyla bankalara borçlanma başlatılmıştır. Üstelik de halkın satın alma
gücü, reel geliri git gide düşürülmekteyken… Şimdi hemen hepsi yabancı
kuruluşlara ve bazı hatırlı işadamlarına peşkeş çekilmiş kamu kurumlarının
özelleştirilmesi konusu, daha o
zamanlardan gündeme alınmıştır.
Hal böyle iken, 80’ler
gençliğinin bu ortamdan etkilenmemesi imkansızdır. Gençler arasındaki itibar da
cepteki harçlığın miktarına, marka giyime, “klas” mekanlara gitmeye, babasının
“havalı” arabasını alıp “cadde turu” yapmaya endekslenmiştir artık. Hollywood
filmleri dış ülkeler ile aynı anda vizyona girmekte, o sırada henüz çökmemiş
olan Sovyet Rusya rejimini alabildiğine kötülerken, ABD değerlerini göklere
çıkaran, her biri birer “kahramanlık destanı” (!) olan Rock ve Rambo serileri,
Top Gun gibi filmler gişe rekorları kırmaktadır. 80 öncesi gençlerin siyasi
görüş farklılıklarının ajan provokatörlerce kışkırtılıp, birbirlerine
düşürülmesi sonucunda çok acı bir fatura kesilmesinden dolayı, ebeveynler – bir
bakıma haklı olarak- bu dönemde çocuklarının siyasi görüş sahibi olmalarını
istemezler. İlgilendiği konuların başlıcaları pop müzik, moda ve şahsi
ilişkiler olan, toplumsal meselelere kendini iyice kapamış bir apolitik nesil
ortaya çıkar ve tek kanallı devlet televizyonu ve bununla aynı eksende yayın
yapan “boyalı basın” kuruluşlarının da etkisiyle, artık gençler için özgürlük
ve demokrasi gibi kavramlar, ABD’den pompalanan kapitalist değerlerle eşlenir. “Sol”
öcüleştirilmiştir…
Şimdinin teknolojisi o dönemde
yoktur ancak o dönemde var olan teknolojiye olan bağımlılık da az buz değildir.
Bu zamanın akıllı cep telefonu, internet, on-line bilgisayar oyunları, sosyal
medya, 7/24 yayında olan milyon tane kanaldan saçılan milyon tane koftiden,
ortalama altı zekaya hitap eden gündüz kuşağı kadın programları, prime time yarışma
programları ve dizilerin bağımlısı genç ve yetişkin insanlar yerine, henüz yeni
yeni renkli ekrana geçmiş tek kanallı tv den haftada sadece iki üç gün verilen,
yayınlandığı saatlerde sokakta insan bırakmayan dizilerin bağımlısı genç ve
yetişkinlerin, pıtrak gibi açılmaya başlayan Atari salonlarının bağımlısı
gençlerin devirleridir 80’ler. Bu devrin doğadan iyice kopmuş, sanal dünyaya
iyice gömülmüş “kayıp kuşak” ının tohumları 80’lerde atılmaya başlanmıştır.
Baştaki paylaşıma tekrar dönersek,
katı disipline, kız erkek ilişkileri arasındaki muhafazakarlığa ve korku odaklı
“saygı” ya güzellemeler yapıldığı görülmekte. 80’ler zaten özgür düşüncenin bitirilmeye
başlandığı, Türk-İslam sentezinin pompalandığı, ortaöğretim kurumlarında düşünce
odaklı mantık, felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi derslerin önemsizleştirilmeye
başlanıp, din derslerinin zorunlu kılındığı dönemdir. Oldukça katı bir kılık kıyafet
ve davranış disiplininin hakim olduğu bir kız lisesinde orta ve lise dönemi dahil
altı yıl okumuş olduğum için gayet iyi bilirim, hiçbir öğrenci öğretmenlerin sevgiden,
anlayıştan uzak sert tutumlarına, aşağılamalarına, darbe dönemine ait askeri disiplinine
tav değildi. Evet, karşı çıkamazdı öğrenci kesimi, çoğunlukla suskun kalır, öğretmenine
karşı gelemez, başı önde olurdu. Ama bu asla saygı göstergesi değildi, öğretmenden
ve sınıftan uzaklaştığı anda arkadaşları ile –haklı olarak- tüm bu olumsuzlukları
yerden yere vurur, hatta öğretmenlere ve düzene küfürler sallardı. Bir yandan Batı
odaklı ve sadece tüketime dayalı bir ilerleme, ama bir yandan da klasik Ortadoğulu
muhafazakarlığın devam ettirilme isteği… İçinde bulunduğum kuşağın çocukluk ve gençlik
dönemleri işte böyle iki arada bir derede geçmiştir. Şimdi her şey gayet iyi görülüyor
aslında; ülkenin şu anda başında bulunan yöneticilerin büyük bir oranı ve hayata
yön veren, aktif, çalışan orta yaş kesimi, 80 kuşağının gençleri ve çocuklarıdır.
Ne kadar yararlı (!) bir kuşak çıkmış değil mi?