23 Şubat 2015 Pazartesi

Şiddetsel dönüşüm: Akıl dışarı, cinnet içeri

Şubat ayının ikinci yarısından itibaren peş peşe hunhar şekillerde tecavüz ve cinayet, milletvekillerinin yumruklu kavgaları, siyasi odaklı grup çatışmaları ve ölüm haberleri aldık durduk… Ülkenin gündemini, sosyal medyayı günlerce meşgul etti, herkes olan bitene lanetler yağdırdı.


İşin özüne bakacak olursak, toplumumuzda insanların geneli aslında kendi kendiyle kavgalı. Zihinde çözülemeyip, bitirilmeyen her kavga dışarı taşırılıyor: Siyasi ideolojisini savunmak için karşısındakine dayatır, olmadı saldırır, öldürür… Karşıt cinsi ikinci sınıf gördüğü için, bacak arası ile sorunu mevcuttur, tatminsizdir, doyumsuzdur, açtır, saldırır, öldürür… Makul bir diyalogla çözülebilecek kırılmış dükkan camekanı meselesinde kavga çıkarır öldürür… Milletvekilleri kanun çıkarırken, diyalog yetmez, birbirlerine saldırır… Ya da kim bilir hangi çözümsüz kalmış, daha doğrusu çözmeye bile uğraşılmamış ruhsal takıntılardan ötürü, belki fiziki değil ama görünmez bir ahlakçılık sopasıyla başkalarının -bilhassa kadınların- özel hayatlarını bbg evi misali gözler, haddi olmadan insanların hayatlarının içlerine dalıp bu şekilde tecavüze yeltenir…


Fakat kimlere sorarsanız sorun, kendisini muaf tutarak "Bu millet adam olmaz, gelişemez, ekonomide kalkınamaz, bilimde ilerleyemez. " der, sözbirliği etmişçesine… Ekonomisi iyi, bilimde ilerlemiş ve insanlarının birbirlerine hoşgörüsü yüzünden yine ülkemiz insanları tarafından "mezhebi, meşrebi geniş" diye yargılanan ileri ülke insanları, zaten kendileriyle ve birbirleriyle olan ilişkisel meselelerini çözmüşler. Bunun içindir ki zihinleri açık, parlak ve her yönden ilerleyebiliyorlar. Toplumu oluşturan bireylerin zihinsel kavgaları sona erdirilmedikçe, sanki kötü bir kader gibi üzerimize yapışmış olan üçüncü sınıf bir ülke durumu da asla sona erdirilemez.


















15 Şubat 2015 Pazar

Aşk yerine tecavüzün gündemde olduğu bir Sevgililer Günü

Keşke bu sevgililer günü de "Yahu ne boş şeyler bunlar, kırmızı kalpler, hediyeler hep kapitalizmin oyunu" gibi şeyler yazılsaydı sosyal medyada. Maalesef hunhar bir cinayeti konuşur oldu, bir sevgilisi olan ve olmayan herkes. Ülkedeki insanların zaten pamuk ipliğine bağlı keyfi tümden kaçtı... Ayrıntılarını tekrar yazmaya gerek yok, Tarsus'ta bir minibüs içinde üç erkek (!) tarafından tecavüz edilip öldürülen ve cesedi yakılarak dere kenarına bırakılan üniversiteli kızın hazin sonu...

Bu olaylar sürekli oluyor ve dikkat ettiyseniz her olayda millet "Kısasa kısas isteriz!" diye bağırıyor. Hadi sorgulayalım bu etkiye karşı tepkisel duygumuzu:

Eğer gerçekten "kısas" istiyorsak, kısas suçluya doğrudan uygulansın ki adalet sağlansın. Kimileri suçlunun yakınları, ailesi, karısı, kızı, ana babası, oğlu vs. üzerinde uygulanmasını istiyor çok haksızca, bu adaletsizliktir.

Ayrıca, şeriat ülkelerinde uygulandığı için milletimizce çok özenilen bu kısas cezası, böyle nüfuzlu, zengin, ensesi kalın, şeyhlere, mollalara uygulanır mı? Yoksa orta ve alt gelir grubundaki sade vatandaşa mıdır? Ben o kadar marjinal hareketler yaptığı, 9 yaşındaki kızları satın alıp haremine kattığı, hatta belki kafasına göre kızıp öldürdüğü halde ceza yiyen şeriat ülkesi zengini, şeyhi, mollası falan hiç duymadım. Taşları, kırbacı da genelde kadınlar yer zaten. Dünyada ne oluyorsa garibanadır, unutmayalım... Cennetteki huri masalları züğürtlere teselli olduğu gibi, bu dünyadaki tüm ağır cezalar da züğürtler içindir.

Şimdi bizim ülkenin hukuk durumuna bakalım: Hangi hapis cezası tam olarak uygulanıyor? Hiçbiri neredeyse... Hep "hafifletici" (!) sebepler ortaya atılıyor. Af çıkarılıyor... Böyle canice suçlar işleyenlere ağırlaştırılmış müebbet cezaları asla uygulanmıyor. Medeniyette vahşete vahşetle karşı gelme yoktur. Ortaçağ'da yaşanmış, çok uzun sürmüş ve sonunda aydınlanmışlardır ileri ülkeler. Eğer sizin de içinizde suçluya karşı da olsa, Saw filminin Jigsaw karakterinin yaptığı gibi fantastik işkence metotları varsa, kendi psikolojinizi sorgulayın. İnsanın ruhsal durumu iğne iplik gibidir, şiddete meyilliyseniz bir anda sapığı cezalandırıcı taraftan, sapıklık tarafına geçebilirsiniz. 

Medeni olduğu kadar, caydırıcı olan tek ceza metodu hakkıyla verilmiş hapis cezalarıdır. Affı yoktur ve hüküm kesindir. İyi (!) hallerden, kurbanın "tahrikinden" (!) indirimler uygulanmaz. Bu ülkede işlenen suçlara verilen hapis cezalarındaki indirimler, sezon sonu alışverişlerinde mağazalarda uygulanan indirimleri kat kat geçmiştir. İronik bir benzetim ama gerçek bu... Tecavüz, cinayet, işkence gibi ağır suçlara bulaşmış kişilere ömür boyu yeryüzü gösterilmez. Müebbet hapistir işte, çıkışı yoktur, o kadar... Gelişmiş ülkeler bunu uygular. Ya da ABD'deki gibi zehirli iğne ile idamdır. O da suçu kesin ispatlanırsa... Geri dönüşü olmayan cezalarda hassasiyet lazımdır. Kişilere iftira atılarak ölüme mahkum ettirme vakaları da yaşanmamalıdır. Bir de işin bu tarafı var çünkü. Terazi çok hassas olmalı...

Ve zaten bu tip adamlar, tecavüzcüler hapiste aynı şekilde diğer mahkumlarca cezalandırılıyor. Çoğu "kısas" denen olayı zaten yaşıyor. Böyle bir gerçeğe rağmen, caydırıcı oluyor mu? Bir azalma var mı bu saldırı, tecavüz olaylarında? Yok... İdam gelse de bu ülkede yine olmaz. Korkutma ve sindirme ortamı ile zaten kimse adam olmuyor. İnsan dahil tüm canlıların psikolojisine ters... Biriken korku ve baskı, etki-tepki ile karşı tarafa saldırıyı getirir. Şiddetle terbiye edilen, korkutulan tüm hayvanların vahşileşmesi gibi. Zaten tek tek adam cezalandırmak, sadece sivrisinek avlamaktır. Bu adamları üreten bir "bataklık" var. Bu bataklık kurutulmadan kurtuluş olmaz. Bataklık ise bizim kültürümüz... Genel anlamda söylüyorum, bu ülkedeki insanların diğer insanlara, kadınlara, çocuklara, ilişkilere bakış açısıdır. Son derece iki yüzlü, erkek egemen, sert, yargılayıcı, doğal olarak yaşanması gereken cinsel hayatı baskılayıcı... Kadın, erkek duygusallığı da cinselliği de barındıran ilişkilerin olmayışı ya da alabildiğine kısıtlanması... Bu kültür koca bir bataklıktır ve kurutulmadıkça, iyi yönde evrime uğramadıkça daha çok tecavüzcü, saldırgan üretir.

Doğaya her bakımdan ters yaşıyoruz. Hem dışımızdaki hem içimizdeki... Bu terslik, er ya da geç tepki veriyor: Dış doğaya ters gitmek, sera etkisini, küresel ısınmayı, bunun sonucunda oluşan aşırı yağışları, selleri, fırtınaları tetikliyor. Fay hatlarına ters gitmek yapılan tüm binaları yerle bir ediyor. Aynı şekilde kendi doğamıza ters gitmek, insan ilişkilerini ve hayatını yargılayıcı, baskılayıcı kurallarla sımsıkı çerçevelemek de içimizdeki canavarları uyandırıyor. Geri dönüşü olmayan yollara giriyoruz...







5 Şubat 2015 Perşembe

Ortaya karışık, self servis fikirler...

Bir kişiye, bir şeye, sevgi ve bağlılık hisleri sağlam değilse ve kaybetme endişesi varsa, bu hisler sıklıkla ve olabildiğince üstüne basa basa, abartılı haliyle ortaya konur. Sürekli çevreye duyurulmaya çalışılır. Tıpkı her an aklımızdan kaçacak, unutulabilecek şeylerin sıklıkla tekrarlanarak ve başkalarına da “hatırlat bana” diye tembihlenerek hatırlanmaya çalışılması gibi...



Bu "selfie" denen foto çekme icadı, sanırım en çok garsonların işine yaramıştır. İnsanlar toplanıp bir yere gidiyorlar, oturuyorlar, hadi bakalım foto çekilecek, gruptan olmayan biri aranıyor, en iyi seçenek tabii ki masalara hizmet götüren garsonlar... Adamların işleri başlarından aşkın zaten, bir de neredeyse her masadan gelen foto taleplerine katlanıyorlar. Ama selfie çıktı, artık onlara dokunan yok, rahat rahat kendi işlerine odaklanıyorlar.



Sahil yolunda yürürken, şiddetli lodosun meydana getirdiklerine baktım: Koca koca taşlar, betonlar kopup savrulmuş, banklar ve çöp tenekeleri devrilmiş, ağaçlar eğilmiş, asfalt sökülmüş, denizin altı yolun üzerine gelmiş, sular basmış vs... Zenginlerin toplanma yeri Büyük Klüp'ün iskelesi yer yer göçmüş.

Yani ne olursan ol, ister zengin ister fakir, ister kadın ya da erkek, yaşlı ya da genç, kendini ne kadar yırtarsan yırt, hangi modern, geleneksel ya da dini kuralı dayatırsan dayat, eninde sonunda ister istemez uyacağın tek yasa "doğa yasası"... Fiziğin, kimyanın, biyolojinin, jeolojinin, astronominin, psikyatrinin vs. bilim dallarının incelediği yasaların dışına çıkman mümkün değil.



Günümüz insanlarının zihinlerinin her gün milyon tane bilgiyle yüklenip, uyarılmasından daha delirtici ne olabilir? Bilgi gerekli ama son yıllarda dış dünyadan aldıklarımızın belki % 10'u bizim için gerekliyken, geri kalanı neredeyse çöp niteliğinde, internetin sosyal ağlarından saniye saniye akıllı telefonlar aracılığıyla ve televizyonlar gibi yaygın medyadan kitlelere bulaşıyor. Kim kiminle ne yaptı, nerede kimlerle ne yedi içti, sevgilisiyle, çoluk çocuğuyla aşk meşk ve ebeveynlik durumları nasıl, şu partinin bu üyesi ne dedi, hangi din adamı bugün ne zırvaladı, dış kapının mandalında neler oluyor? Bile bile bu deliliğin içinde yuvarlanıp gidiyoruz…



Her eski nesil yeni nesli "Ah bizim zamanımızda böyle miydi ya" diye itham eder ya. Bizim büyükler bizlere, bizler de kendi çoluk çocuğumuza uyguluyoruz bu kalıbı. Şimdi bizim internet, Face görmeden öte aleme intikal etmiş büyüklerimiz ya da hayattayken yaş sebebiyle nete girmemiş büyüklerimizin gençlik ve orta yaş dönemlerinde bu internet, sosyal medya vs. icat olaydı, bu mecralarda bizlerden farklı davranabilirler miydi? Hani onların nesilleri farklı (!) ya, ondan bu merakım. Yoksa zor değişen kültür alt yapımız nedeniyle üç aşağı beş yukarı aynı şekilde mi davranırlardı?



"Ormanlar kralı aslan" derler... Aslanın krallıktan haberi var mıdır? Yoktur, umrunda değildir zaten. O, yaşamanın, yiyeceğinin, ailesinin ve çoluk çocuğunun derdindedir, hepsi bu... Fazlasında gözü yoktur, gerekeni için mücadele eder, o gücüne rağmen fazlası için hiçbir canlıyı incitmez.

Peki insan denen canlı... "Kral, başkan, paşa, prens" -kadın versiyonları için de kraliçe, kontes, prenses, sultan- sıfatlarını devlet yönetme adına ya da bundan tamamen bağımsız sadece özel hayatı adına aldı mı, kendine yakıştır(ıl)dı mı, dur durak bilmez, kendi dahil her şeyi yer bitirir. Ego denen şey hiçbir zaman tatmin olmaz...



Olay hayatının monoton olup olmaması değil, hayat zaten öyle ya da böyle kendini monotonluğa bağlar: Dünya denen gezegendesin, gün 24 saat, haftada 7 gün, yılda 365 gün var. Yatıyor, kalkıyor, gün içinde belli şeyler yapıyorsun. Yılın belli dönemlerinde de belli şeyler... Olay şu aslında: Gönlündeki monotonluğu yaşıyor musun?



Tüm masaları tıklım tıklım dolu, gürültülü ve üstelik bangır bangır müzikli kafe ve restoranlarda, metropol insanı denen varlık beraberindeki arkadaş(lar)ıyla nasıl anlaşmaya çalışır? Muhabbeti nasıl "sardırabilir"? Karşısındaki "özel" bir kişiyse, nasıl romantik falan olabilir? Gerçekten hayret edilesi yaşıyoruz…